Hakkari

Hakkâri, konumu ve coğrafi yapısı itibarıyla pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, Med, Pers, Selevkos, Abbâsi, Selçuklu, Moğol, Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Osmanlı hâkimiyetini görmüş, Türkiye’nin en güneydoğusunda, İran’a ve Irak’a sınırı olan, etrafı Sümbül ve Kürek Dağları ile çevrili, çok ender görülen “ters lale” çiçeğinin yetiştiği, kendi florasında yetişen özel balı ile bilinen, 80 bin nüfusu olan önemli bir ilimizdir.

Uçakla Yüksekova’ya geldik, havaalanı burada. İsminden de belli olduğu gibi geniş, düz plato, ovalık alan. Hakkâri ilinin en büyük ilçesi olan Yüksekova, Türkiye-İran-Irak sınırlarının kesiştiği nokta yakınlarında yer alan, İran’a açılan ve Irak’a açılacak sınır kapılarıyla Türkiye’nin stratejik öneme sahip ilçelerinden biridir.

Gerçekten şaşıracaksınız, son derece modern görünümlü insanlar, olması gerekenden fazla sayıda kuyumcu dükkanları var ama öyle böyle değil, sadece vitrindeki altın kemerler, gerdanlıklar, başlıkların her biri servet değerinde. Belli aşiretlerin düğünleri görkemli oluyor. Her türlü mağaza ve dükkânların olduğu temiz ve düzgün, zengin bir ilçe.  Burası İran ve Irak sınırına yakın, her türlü ticaretin yapıldığı bir yer.

1450 metre rakımda, dağlar arasına sıkışmış Hatuna ve Şapatan geçitlerinden geçerek, Irak ve İran yolunun kavşak noktası olan Şemdinli’ye gidiyoruz. Her iki ülke sınırına da yaklaşık 40-50 km mesafedeyiz. Dağların arasından Irak sınırına 30 km mesafede Nehri köyünde Nehri Alabalık Tesislerindeyiz. Suların, derelerin, ceviz ağaçlarının arasında geniş bir alana kurulmuş mesire yeri. Bölümler halinde yerde oturacağınız temiz bir yer. Nar gibi kızarmış üç balıktan oluşan porsiyonlar, suyundan mı, hayvanın cinsinden mi bilmem ama yediğim en güzel alabalık. Güzel temizlenmiş, kılçıklar da alınmış olunca, soluksuz son noktasına kadar hepsi tamam. Akan suyun sesi, ağaçlık, gölgelik de olunca hafiften kestirme ihtiyacı belirdi, biz de direnmedik. Kürtçe şarkılar geliyor kulağıma, kadınlar korosundan, önce temkinli yaklaştık, yörenin kızları oturmuş şarkı söylüyor, eğleniyorlar. Biz de gruba dahil olunca yurttan sesler korosuna dönüştü, birlikte Trakya’dan başlayıp Karadeniz’e kadar şarkılar türküler söyledik. Hepsi son derece medeni insanlar. Mutfağa gidiyorum, temiz, düzgün, samimi olarak ifade ederim ki, beklemiyordum böylesini. Balıkların beslendiği havuzları dolaşıyoruz, tesis sahibi nasıl ürettikleri, ne kadar sürede yetiştikleri hakkında her şeyi anlattı. Ülkedeki ekonomik sıkıntı burada da kendini göstermiş, birkaç yüz kişilik kapasitesi olan yerde hele hafta sonları yer bulmak mümkün değilmiş. Böyle durumlarda günlük 1000 civarında balık servis edebiliyorlarmış. Oturma bölümlerinin arasından geçerken insanlar evde yaptıklarından ikram ediyorlar, tok ağırlaması kolay değil ama her ikram edileni de yedik, hepsi de çok güzeldi.

Irak sınırına 20 km mesafedeyiz, pasaportlar olsa yanımızda düşünebilirdik, bir dahaki sefere hazırlıklı gelmek lazım.

Yolumuzun üzerinde, Seyit Abdullah Türbesi var, burada yetişen İslami liderlerden biri.

Geçmişte uzun yıllar medrese olarak hizmet vermiş, bugün müze olan Kayme Sarayı’na gidiyoruz. Seyit Abdulkadir Geylani ve ailesinin yaşadığı büyük bir konak. Resimler üzerinden buranın tarihini anlayabilirsiniz ayrıca duvarlarda ibretlik güzel sözler, yazılar dikkati çekiyor.  Buranın yerlisi varlıklı birinin desteklediği bir yer.

Yollar son derece düzgün, sıkça asker kontrol noktaları var, kimlik kontrolü yapılıyor. Kontrol yapan görevli askerin tavsiyesine uyup Muş Şelalesi’ne gidiyoruz. Hava sıcak, ağaçların altında 30 metreden dökülen suyun sesi. Serin bir yer, çayımızı burada içip yola devam ettik.

Tekrar Şemdinli üzerinden Hakkâri’ye gidiyoruz. Yolun kenarında çocuklar sarı kantaron çiçeklerini topluyorlar, satıyorlarmış, kantaron yağı ilaç sektöründe kullanılıyor.

Yolumuzun üzerinde, bu tarafa gelen çok kişinin uğradığı Zap Suyu diye bilinen Zap Nehri üzerinde Deniz Gezmiş Köprüsü’ne geldik. Zap Suyu bu bölgeyi ortadan ikiye bölen nehir. Yakın tarihe kadar yaka arasına gerilen tel halatlara tutunarak karşı tarafa geçilirdi. Her yıl onlarca insan ve çocuk buradan sulara düşüp kaybolurdu. Deniz Gezmiş Köprüsü de 1968 yılında devrimci gençler ile yöre halkının bütünleşerek topladığı paralarla yapıldı, Deniz Gezmiş organizasyonu ile yapıldığı için bu isimle anılmaya başlandı. Köprünün ismi göreve gelen bütün hükümetler tarafından değiştirilmek istenmiş hatta bir ara yıkılması bile düşünülmüş, 2000 yılında PKK geçiş yolu olduğu bahanesiyle bombalanmış ancak çevre halkı tarafından yeniden onarılmış. Üzerinde herhangi bir isim tabelası olmadığı halde Deniz Gezmiş veya Devrimci Gençlik Köprüsü olarak anılmaya devam ediyor. Biz de yaşadığımız o dönemlerin anısına üzerinden yürüdük ve rahmetle andık emeği geçen herkesi.

Zap Suyu’nun her yıl onlarca can aldığı dönemde, burayı çok güzel anlatan Şemsi Belli’nin şiiri aklıma geldi.

ANAYASSO

Gul, gurban olduğum Hökümet Baba!

Baa bir alfabe veremez miydin?

Gara dağlar gar altında galanda

Ben gülmezem

Dil bilmezem

Şavatadan hakkariye yol bilmezem

Gurban olam, çaresi ne, hooyyyy babooov

Bebek yaniir, bebek hasda, bebek ataş içinde

Ben fakiro

Ben hakiro

Dohdor, ilaç, çarşi, bazar tam – takiro

Gurban olam, bu ne işdir, hoooyyy babovv

Bebek ağliir, bebek öliir, geçüt vermiy zap suyi

Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah yolsizo

Bu ne biçim memlekettir, hooyyy babooovvv

Gara dağda gar altında ufağ ufağ mezerler

Yeddi ceset hetim hetim zap suyinde yüzerler

Hökümata arzeylesem azarlar

Ben ketumo

Ben hetimo

Ben ne biçim votandaşım, hoooyyy babooovvv

Şavatadan angaraya ses getmiiir

Biz getmeğe guvvatımız heç yetmiiir

Malımız yoh

Yolumuz yoh

Angaraya ses verecek dilimiz yoh

Angarada anayasso

Ellerinden öpiy hasso

Yap bize de iltimasso

Bu işin mümkini yoh mi hooyyy babooov.

 

Şemsi Belli’nin Anayasso adlı şiiri, Hakkâri’de köprüsü olmayan Zap Suyu’nun kıyısında yaşayan ve tel gererek tehlike içinde bebeklerini hastaneye götürmek isteyen, ceplerinde Türkiye Cumhuriyeti nüfus kağıdını taşıyan insanların çocuklarını Zap Suyu’nun boz bulanık sularında yitirmelerinin öyküsüdür.

Bir dönem Selda Bağcan tarafından seslendirilmiş, gündem olmuştu.

Şiirin ilginç bir hikayesi var;

Şiirden ilk defa 15 Mart 1968 tarihli Savaş Gazetesi’nin bir haberinde bahsedilmiş, haberde Trabzon Devrim Ocağı’nın kuruluşunun 6. yılında Attilla Aşut tarafından Anayasso adlı bir şiirin okunduğu, şiirin çok beğenildiği ancak şairinin bilinmediği belirtilmişti.

Dönemin Milliyet gazetesi köşe yazarı Hasan Pulur, 3 Nisan 1968’de şiiri haber yaparak şairini aramaya başladı. Boğaz Köprüsü inşası hakkında tartışmaların sürdüğü bir dönemde Zap Suyu’nu tel üzerinde geçen insanların çilesini şiir yoluyla öğrenmek toplumda büyük yankı doğurdu. Gazeteye şairin Şemsi Belli olduğuna dair haberler ulaştı. Bir gazete muhabiri kendisini bulup sorunca şairin Şemsi Belli olduğu ve şiirini ilk defa Anayasso dergisinde yayınladığı, sonra Hasan Pulur’a gönderdiği ortaya çıktı.

Nedeni tam olarak bilinmez, 1950’li yıllarda ilkokullarda söyletilen ipe sapa gelmez şarkılar vardı, bunlardan biri de “Orda bir köy var uzakta, gitmesen de görmeden de o köy bizim köyümüzdür” diye başlayan şarkıydı. Yazanın, söyletenlerin, müfredata koyduranların zekâ seviyelerinin düşüklüğünden mi, vizyonsuzluktan mı, yoksa bugünler için o zamanlardan yapılmış bir projenin alt yapısı mıdır bilinmez ama büyük bedeller ödeyerek öğrendik ki “gitmediğin, görmediğin yer senin değildir.”

Devam ediyoruz yola, hava karardı, Hakkâri şehir girişindeki yazı dikkatimizi çekiyor, “Canim Hakkari’me hoş geldiniz”. Ne kadar güzel, anlamlı.

Akşamı ettik, oteldeyiz.

**

Hakkâri ve çevresi terör ile ilgili olarak hâlâ sıkı denetim ve kontrol altında. Berçelan Yaylası’na gitmek istiyoruz, yolda kontrol var, izin verirlerse gideceğiz. Selam verdik geçtik ancak çoğu kere izin alınmadan geçişe izin verilmiyor. Bu konular fazla sorgulanmamalı, bilinmeyen, açıklanmayan sebepler olabilir. Neyse tırmanıyoruz, dağ yolu bozuk ve tozlu, 2700 metrelerdeyiz, muhteşem bir manzara karşısında, doğanın içindeyiz.  Uzakta çadırlar var, “Köçerler”, zaten biraz da bunlar için gelmek istedik. Orta Anadolu yaz mevsimlerinde yüksek yerlere, yaylalara göçen geçerler veya Yörükler, burada yerel olarak “Köçerler” olarak anılıyor. Vardık yanlarına, yüzlerce koyun ve keçi bir alanda toplanmış, hayvanlar sırayla kanal gibi yerden geçerken tek tek yakalanıp sağılıyor, 5-6 kadın önlerinden geçen hayvanı yakalayıp sağıyor. Burası Akdoğan merası. Köçerler her yıl haziran ayından itibaren duruma bağlı olarak 4-5 ay burada konaklıyor, hayvanlarını besliyorlar. Bu grubun 1000’den fazla koyunu, 500’den fazla keçisi var. Dikkatimi çekti, sağım yapanlar, önüne geleni değil seçerek aldıkları hayvanın sütünü sağıyorlar. Belli kendi içinde bir düzen var. Burada, yakın akraba 8 aile birlikte yaşıyor ancak her ailenin sahip olduğu hayvan sayısı farklı. Herkes kendi hayvanını sağıyor. Yaşam ortak, yaşamın maliyeti var, herkes kendi hayvanından, kendi çadırından sorumlu. Yemekler birlikte yeniyor ancak her 20 koyun sahibi bir günlük yemekten sorumlu, her şey o aileye ait olmak üzere yemek yapılıyor. Yani, yüz hayvanınız varsa, burada kaldığınız sürede 5 gün siz yemek çıkaracaksınız, 600 hayvanı olan aile 30 gün sabah, öğle, akşam yemek yapıyor. Öyle laf olsun gibisinden değil yemekler, etiyle, sebzesiyle her şeyiyle düzgün karavana. Biz de öğle yemeğine katılıyoruz, çayımızı da içtik, güzel yemekler, bol sohbet, bol fotoğraf daha ne olsun. Ayrılıyoruz seneye görüşmek dileğiyle. Tırmanmaya devam, yol iyice bozuldu, dereler, taşlar falan derken sallan yuvarlan çok yavaş da olsa gidiyorduk arabayla, o da bitti, bundan sonrasına araba çıkmaz. Yürüyerek çıkacağız, tepelerde ciddi kar var, oraya ulaşmayı hedefledik. Yükseklik nedeniyle oksijen azalmaya başladı, dinlenerek çıkıyoruz, 3800 metre rakımdayız. Tepede güneş ciddi yakıyor ama tırmandıkça da soğuyor hava. Haziranın son günü buzlanmış karların üzerinde düşe kalka yürüyoruz. Sanki zirve yaklaştıkça uzaklaşıyor. İnanılmaz, doğa, muhteşem güzellik, oturduk şükredip yaşamın güzelliklerini içimize sindirmeye çalışıyoruz. İniş kolay diye düşündük ama buzlu karların üzerinde kayarak iniyoruz. İki saatlik yorucu ama doyumsuz tabiatın içinde olmak başka bir huzur. Akarsulardan buz gibi sular içtik, yemyeşil bir dünya, rengarenk küçük çiçekler, göz alabildiğine sarı papatya tarlaları, bu sessizlik içinde kulağımıza fısıltı halinde devamlı sesler geliyor, sonunda söyleneni anladık; doğanın sesiydi bu; “Beni kirletmezseniz, yanlış yapmazsanız sizi güzelliklerden mahrum etmem” diyordu, açık seçik buydu ifade, karar vermek bize kaldı artık, ya doğayı üzeceğiz, iklimler değişecek, felaketleri yaşayacağız, yaşam yaşanamaz olacak veya birlikte barış içinde insan gibi yaşayacağız. Çoğunluk doğa anayı umursamadan mesajları anlamak istemiyor, hepimiz bedel ödüyoruz.

İkindi vakti çay zamanı, taşlardan yaptığımız ocakta, topladığımız dallardan yaktığımız ateşin üzerinde kaynayan çayın tadı bir başka. Uzakta başka bir köçerler var, gidiyoruz yanlarına sohbet ediyoruz. Hayvanları ile birlikte dağları aşarak Siirt’ten gelmişler buraya, yol bir ay kadar sürmüş, hayvancılık yapıyorlar, kışın geri dönecekler Siirt’e, zor hayatlar. Sabah akşam topladıkları sütten peynir yapıp satıyorlar.

Akşam oldu, bugün yeni ay dönemi, yani ayın karanlık olduğu, hiç görünmediği gün. Böyle hava gece yıldız fotoğrafı için en doğru zamandır. Çekim için hazırlıklarımızı yaptık, makineleri kurduk başladık çekime. Yıldız fotoğrafı çekmek 3-4 saat bir süre ister, tamam da hava ciddi soğumaya başladı, resmen titriyoruz, gündüz sıcaktı, gece donacağız neredeyse, devam edersek sabahı göremeyiz. Biraz kısa kestik.

Bol oksijen sayesinde gece derin bir uyku çektik.

Öğrendik ki, Berçelan Yaylası’na çıkış izin verilmiyormuş, beraber olduğumuz arkadaş bizim için özel izin almış. Ne kadar teşekkür etsek azdır.

**

Sabah yolculuk, Irak sınırında olan Çukurca ilçesi, geçmişte burası terör ile çok gündemdeydi. 19 Ekim 2011’de gece yarısından sonra 200 PKK’lının ilçe merkezindeki polis ve jandarma binalarıyla güvenlik noktalarına ağır silahlarla ateş açmaları sonucunda 24 Türk askeri hayatını kaybetti, 18 asker ise yaralandı.

Zap Suyu Vadisi, Hakkâri şehir merkezinin güneyinde Başkale-Hakkâri-Yüksekova sınırının kesiştiği noktadan başlayıp Irak topraklarına kadar uzanan yaklaşık 150 kilometre uzunluğundaki vadi sistemini içine alır ve Başkale-Hakkâri, Hakkâri-Çukurca ulaşımını sağlayan yollar buradan geçer. Zap Suyu Vadisi, Güneydoğu Toros Dağları’nın en doğuya uzanan ucundaki dağların arasından akar ve ülkemizin en dar ve derin vadilerinden birini oluşturur. Zap Suyu aynı zamanda Türkiye’nin en hızlı akan nehri olma özelliğini taşır. Van’ın Başkale İlçesi’nin kuzeyindeki Havril Dağlarından doğan nehir, irili ufaklı dereleri de içine alarak Irak sınırları içinde Dicle Nehri’ne ulaşır. Buraya özgü birçok kuş türünün bulunduğu vadi ayrıca birçok yırtıcı kuşa da ev sahipliği yapar.

Gayet güzel yollar, Zap Suyu Vadisi’ni takip ederseniz sizi Çukurca’ya götürecektir. 200 km uzunluğunda. Zap Nehri neden bilinmez ama Zap Suyu diye anılır, çok acılara şahit olmuştur, çok canlar almış, çok ocaklar söndürmüştür, çok şeyler biliyor ama ketumdur anlatmaz, söylemez, kederlidir ama hep mağrur ve istikrarlı akar.

Yolda sıkça güvenlik noktaları var, hepsi pırıl pırıl, genç, temiz, düzgün askerler. Yol üzerindeki köylere uğrayarak varıyoruz Çukurca’ya. Güzel bir tabela karşılıyor bizi, “Seninle Güzel Çukurca”, ne kadar güzel ifade. Hava sıcak, Allah’tan nem çok az da gölgeye gelince fazla sorun olmuyor. Bir duvara boydan boya dünya ve günümüz klasik kitaplarının resimlerini yapmışlar, ne kadar anlamlı, ne çok şey ifade ediyor.

Zap Suyu Butik Otel’de kahve molası, gölgesi serin, keyifli, düzgün bir yer, menüye bakalım dedik, yemeklerin resimlerini de koymuşlar, her şey harika görünüyor. Buraya özgü yemek olan “Tirşik” ile “Şam Köftesi” sipariş ettik, harikaydı.

Dolaşıyoruz, hemen karşımız Irak, aramızda 10 metre genişliğinde Zap Suyu var, zıplasan Irak. Buranın eski tarihi evleri, sokaklar. Asker buralara çok hâkim vaziyette, güvendeyiz.

Geldiğimiz yoldan Hakkâri’ye geri dönüyoruz, yüksek, dik ve sarp kayalıklardan oluşan Zap Suyu kanyonlarının içinden. Güzel insanların yaşadığı yerler, selam verip yanaşıp, sıcak bir yanıt ile karşılayacaklar sizi, bir şeyler ikram etmek istemelerinin heyecanını hissedeceksiniz.

Hakkâri Meydan Medresesi, geçmişte bakımsız bir yer iken üniversitenin katkıları ile çevre düzenlemesi ve bakım onarım sonucu gayet güzel bir müze olarak ziyarete açılmış.

Kulağımıza davul sesleri geliyor, sesi takip ederek bulduk, düğün var. Yaşasın, geleneksel Kürt düğünü, insanlar halay çekiyor, eğleniyorlar. Kadınların neredeyse hepsi en güzel geleneksel kıyafetlerini giymiş, mevcut bütün takılarını takmış, koca bir halka olmuş, Kürtçe müzik eşliğinde halay çekiyorlar. Düğün sonrası çok konu var, kim ne takılar takmış, ne kadardı ama en önemlisi geline takılanlar, bunun için kadınlar yaşlısı genci hepsi ayakta, çaktırmadan birbirlerinin ne taktıklarına bakıyorlar, geçmişten farklı, yeni bir şey var mı diye. Buranın düğünlerinde, geline takılan takılar önemli, kemer, bilezikler, gerdanlık(lar), kolyeler, küpeler bunlar mutlaka takılmalı, en azından kemer ve gerdanlık olmalı. Sonrasında da mümkün olan her düğüne katılıp bunları göstermeli, çok önemli! Normalde bunların hepsi altın olmalı, ciddi servet gibi paralar, fiyatların artması sonucu altın kaplama olarak yapılıyor, çok daha uygun fiyatlar, çok anlaşılmıyor gibi, ama dedikodusu bitmez. Erkekler garibim kendi hallerinde bir grup heyecanlı genç düğüne renk katıyorlar. Biz de katıldık aralarına, halay kervanındayız. Yabancı olduğumuz belli, düğün sahibi karşıladı, ilgilendi, gerçekten aralarına katıldığınızdan memnundular. Düğün hem kız tarafında hem erkek tarafında yapılıyor, bu kız tarafının düğünü, damat, kızı alıp Van’a götürecek, orada daha görkemli düğün olacağı belli.

Güzel bir gündü.

**

Cilo Dağlarında Sat Göller bölgesinde 4.sü düzenlenen Sat Festivaline gidiyoruz. Yol uzun, sabah erkenden yoldayız, ana yoldan ayrıldık, zorlu dik dağ yollarına tırmanıyoruz. Yol boyunca asker mevzilenmiş sıkıntı yaşanmasın diye. 3300 metreye kadar çıkıyoruz, hava sıcak, dik ve tozlu toprak yol, birçok araç yolda kalmış yardım bekliyor. Bu bölgede 23 göl var ve yazın ortasında olmamıza rağmen kar ve buzullar nedeniyle bunların hepsine ulaşmak mümkün değil. Çevremizde karlar var, karların üzerinde yürüyoruz, aslında yürüyemiyoruz kayıyoruz. Birbirine bitişik iki gölün etrafına insanlar yerleşmeye, çadırları kurmaya başlamışlar bile. Her taraf gerçekten çok dik ve sarp dağlar, düzlük bir yer bulmak kolay değil. Önlemler sıkı, çevre dağların tepelerinde gözetleme kuleleri ve karakollar varmış. Burası PKK’nın kontrolünde olduğu bölgelerdi yakın geçmişe kadar, değil festival yapmak, kimsenin gelmediği yerlerdi. Ağır kış şartlarının yaşandığı buralarda yazın gündüz 40 dereceye varan sıcak var, geceler ise sağlam soğuk. Nem olmaması çok iyi, güneş yakıcı olurken, gölgelik bir yer bulursanız hayat güzel.

Öğle yemeği için bir kayanın tepesini gözümüze kestirdik, karların üstünden, kayaların arasından geçerek tırmanıyoruz, burası tamamdır, çok kişi gölün çevresine yerleşmiş, fazla üst üste. Yemekte et, köfte, yoğurt, kekik ile yapılan buranın geleneksel yemeği “dogada”, rehber arkadaş evde hazırlatmış getirdi, biz ısıtıp yiyeceğiz. Gerçekten müthiş, hafif sulu, yoğurdun verdiği hafif ekşilik, içinde çok iyi pişmiş et ve köfteler. Burada böyle bir şey beklemiyordum, çok lezzetliydi, yapanın ellerine sağlık, on puan.

İnsanlar, geceyi burada geçirmek için çadır kuruyor, gerekli hazırlıklar yapılıyor, belli gece mangal keyfinin yanı sıra ateş yakılacak. Şartların zor olduğu ancak herkesin mutlu olduğu bir durum. Gece kalmak için hazırlığımız yok, dönüyoruz bir tarafımız uçurum toprak yoldan.

Geçmişte PKK’nın denetiminde olduğu, bugün hepimizin güvenle gidebildiği ülkemin en güzel yerlerinden Cilo Dağları.

**

Buralara gelip, Berçelan Yaylası’nda koyunların, keçilerin sağılmasına eşlik etmediysen, köçerlerin çadırlarında yufka ekmeğine peynir sarıp yemediysen, çadırlarda çaylarını içip sohbet etmediysen, Cilo Dağlarına çıkıp Sat Göllerinin güzelliklerini görmediysen, Temmuz ayında karlar, buzların üzerinde yuvarlanmadıysan, alçak gönüllü, saygılı yöre halkı ile dertleşmediysen, geçmişte yaşadıkları acıları dinleyip yüreğin sızlamadıysa, daha önce yakından tanımadığın için utancını hissetmiyorsan, kardeşçe kucaklaşmayı yüreğinde özlemiyorsan; ne işin var Hakkari’de, otur evinde.

Buranın halayında insanlar, el ele tutuşur, omuz omuza birbirlerine yakın dururlar, hava soğuktur, birbirlerinin sıcaklığına, dayanışmasına ihtiyaçları vardır, birlikte olmayı, bütün olarak hareket etmeyi gerektirir halay çekmek. Hakkâri’de yaşam da böyledir, her şey zordur burada, hava kışın çok soğuk acımasız, yazın kuru sıcak ama şikâyet etmezler, dik dururlar yaşam mücadelesinde. Beyaz tenli, renkli gözlü Kürt kadınları diktir, bireydir, kolay eğilmez, korkmazlar yalnızlıktan. Kürt toplumunda kadın kuvvetlidir bu nedenle daima yeniliğin ve gelişimin önündedir, kara çarşaflı, yobaz kadın göremezsiniz.

Geleneklerine bağlı, kendilerine özgü kültürü olan, Türkiye coğrafyasının önemli kültürel mozaik taşlarından biridir Kürtler.

Dönerken evinize hâlâ anlamadığınız, anlamlandıramadığınız sorular kaldıysa aklınızda, önyargılarınızdan kurtulun, topraklarımızda kardeşçe birlikte yaşamaktır eksik olan.

Hayal edemeyeceğiniz kadar güzellikte olan yer, güzel, sevgi dolu delikanlı insanların diyarı Hakkâri.

 

Saygılarımla

Hayrettin Kağnıcı

Temmuz 2022

error: iletişim : hayrettin@ozka.com