Kuzey İran 2022
Güneybatı Asya’da yer alan İran İslam Cumhuriyeti, 84 milyon nüfusu ve 1,648,000 km2 yüzölçümüyle, 5000 yıl aynı topraklarda yaşanan onlarca farklı medeniyetin izlerini taşıyan Ortadoğu bölgesinin en önemli ülkelerinden biridir. Başkenti Tahran, resmî dili Farsça olan İran, güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi, kuzeyde ise Hazar Denizi ile çevrili olup Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir.
Dünyanın gündeminde olan İran denince akla ilk gelenler; Humeyni ve yarattığı İslam devleti, İslami kurallara bağlı yaşam düzeni, emperyalist güçler tarafından çıkar ilişkisi adına yaratılan ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran – Irak Savaşı. Batı’nın 1979’daki İran İslam Devrimi’nden sonra 1980’den bu yana inişli çıkışlı da olsa uyguladığı ve 35 yıldan beri halen devam eden ambargolar ve büyük toplumsal travmalar karşısında halen ayakları üzerinde duran İran.
İran’a gelirken başta kadınların olmak üzere hepimizin giyimi ve davranışlarımızın nasıl olması gerekir konularında bazı tereddütler ve endişeler vardı. Anlaşılan o ki, abartıldığı kadar değil, hele kadınların çoğunlukta saçları bakımlı, başları yarım şekilde örtülü, makyajlı, büyük şehirlerde göbeği açık giyinenler bile var. Erkekler ise şort gibi şeyler giymezlerse daha iyi olur. Belli ki kadınlar eskiye göre çok daha özgür. Güney bölgeleri ise daha dindar yapı olduğu için biraz daha dikkatli olmak gerekir.Önceleri, her tarafı yeterince kapalı olmayan kadınlara polis tarafından sopa ile müdahale edildiğini, şimdi böyle durumlar yok artık.
İran’a uçaklar Türkiye’den gece yarısından sonra kalkıyor ve sabahın çok erken saatlerinde varıyor, böyle olunca da vardığınız gün aksak topal geçiyor, hele uykuya düşkün olanlar için biraz zor bir durum.
**
Tebriz’e varıyoruz vakit erken, zaman geçiriyoruz insanlar uyansın, hayat başlasın diye. Tebriz’in güneybatısında bir saat mesafede 3. yüzyıldan kalma doğal oluşumlar sonucu meydana gelen, ilginç bir köy olan Kandovan köyüne gidiyoruz.
Kandovan, Sehend Dağı eteklerinde 700 yıllık tarihi olan Doğu Azerbaycan eyaletinin Osku Şehristan’ına bağlı, halen 158 aile, 650 civarında nüfusu olan bir köy. Sehend Yanardağ’ının yamacında jeolojik oluşumlar sonucu meydana gelen tüf tabakasının rüzgâr, yağmur ve diğer doğal olaylarla aşınmasıyla oluşmuş doğa harikası bir yer, Kapadokya’nın coğrafyasıyla birebir aynı. Türkiye’de Kapadokya bölgesinde geniş bir alanda oluşan yapı, Kandovan’da daha küçük bir alanı kaplıyor. Dünyada bu şekilde oluşan coğrafi yapı sadece üç yerde var, Kapadokya, Kandovan ve Amerika Utah’daki Grand Staircase. Ancak Kapadokya ve Kandovan’ı Grand Staircase’den ayıran özellik, buralarda halen yaşam olması. Kandovan’da tıpkı Kapadokya’da olduğu gibi mağaralarda ve dağ yamacındaki yapılarda yerel halk yaşamını sürdürüyor. Mağaralarda başlayan yaşam sonralarda evlerin arasına yapılan daracık yollar, merdivenler, evlerin dışına yapılan ilave kerpiç evler ile yaşam alanları genişletilmiş. Günümüzde turistlerin ilgi göstermesinden dolayı turistik bir yer halini almış, karmaşık bir düzen içinde yaşam devam ediyor. Son zamanlarda yapılaşma durdurulmuş olmasıyla kısmen de olsa korumacılık başlamış.
Kandovan’a gelip köyün başında araçtan inince kendinizi bu güzel coğrafyanın içinde buluyorsunuz. Yarı Arnavut kaldırımlı, yarı toprak, daracık, biraz da karışık yollarda yamaç boyunca bir aşağı bir yukarı yürüyerek köyün tadını çıkartabilirsiniz. Köy içinde yamaç boyunca sokaklarda tezgâhlar bulunuyor. Bunlarda İran’a özgü elişleri, yiyecekler ve hediyelik eşyalar satılıyor. Bunların yanında birkaç ev de turistlerin ziyaretine açılmış.
İran’ın her şehrinde olduğu gibi Kandovan’da da İran misafirperverliğini görmek mümkün. Özellikle Türk olduğunuzu anladıklarında bu misafirperverlik daha da çok artıyor. Sokaklarda dolaşırken her an tebessüm ile sizinle tanışmak, fotoğraf çekinmek ya da sohbet etmek isteyen insanlarla karşılaşıyorsunuz. Sohbet biraz ilerlerse son derece samimi olarak evlerine yemeğe hatta yatıya bile davet ediyorlar. Can insanlar. Sabah erken ilk gelenlerden olunca, fotoğraf çekebilme şansımız oldu, giderek artan şekilde kalabalıklaşma başladı, yürümek, dolaşmak zorlaştı. İran’a uygulanan ambargo ve dünya kamuoyunun tek taraflı yayınları nedeniyle Türkiye’nin dışında çok az turist geliyor. Gelenler genelde yerli turist grubu. Fazla curcuna ve düzensiz gibi ama bu haliyle bile güzel, görmeye değer.
Kandovan aynı zamanda, Zerdüşt tarihinin ikinci aşamasının başlangıcında merkezi bölge olan Urmiye Gölü bölgesinin bir parçasıdır.
Hiç aklımızdan çıkmıyor, merak ediyorum benzin litre fiyatı burada ne kadar diye, soruyoruz, benzin litresi 1,5 TL, mazot 15 kuruş (on beş kuruş yani 0,15 TL) dediler, Türkiye’de 30 lira olunca, yüzde kaç oluyor diye hesaplamaya çalıştık,hesaplayamadık! Birkaç küçük bidon mazot getirsek hediye olarak, çok makbule geçer valla, çok hayır duası alırız.
Oger Dize diye bir yere gidiyoruz, öğlen yemek için. Çölde vaha gibi, kocaman bir yer, ortada ağaçlar, havuzlar, sular, fıskiyeler falan ilginç, güzel bir yer. Geleneksel yer sofraları şeklinde düzenlenmiş bölmeler, bize masa ayırmışlar, bunlar yerde oturamazlar diye. Alevler içinde nohutlu, soslu, harika, gayet güzel pişmiş dana eti. Geleneksel olarak, tokmak ile eti ve içindekileri ezerek hamur haline getirip pidenin içine sararak dürüm gibi yeniyor. Ben ezmeden her bir malzemenin tadını hissederek yemeyi tercih ettim. Mükemmel, tamamdır.
Bu bölgede çoğunluk Türkçe konuşabiliyor, rahat anlaşabiliyorsunuz.
Tebriz Cuma Camii’ne gidiyoruz. İlhanlılar tarafından inşa edilmiş ve Mescid-i Alişah (Alişah Camii) olarak da bilinen oldukça büyük bir alana inşa edilmiş, kocaman camii. Sadece Cuma ve bayram namazlarında ibadete açılıyor, diğer zamanlar kapalı, böyle olunca ziyaret edemedik, çok isterdim içerisini görmeyi. Cuma camiler, başta Orta Asya olmak üzere İslam coğrafyasında önemlidir. Genelde bölgenin en büyük camiidir, cuma ve bayram namazları sadece burada kılınır. Çevre halkı da cuma namazları için buraya gelir, toplanır, sohbetler, iletişim, diğer bölgelerden haberler, bilgi alışverişi gibi sosyalleşme merkezi durumundadır. En önemli olanı, geçmiş dönemlerde hükûmet bildirileri, fermanlar, beraatlar buradan halka duyurulurdu. Bu nedenle cuma camileri önemli haberleşme merkezi olarak faaliyet göstermiştir.
Aynı alan içinde bir de büyük kale kapısı gibi bir yapı var, Şah Ali Kapısı. Humeyni Devrimi sürecinde çatışmaların yaşandığı, idamların yapıldığı yerlerden. Duvarlarda mermi izleri halen duruyor.
El Gölü; Eskiden Şah Gölü olan adı, İslam devriminden sonra El (Halk) Gölü olarak değiştirilmiş, şehirde gürültüden uzak, izole bir yer. Dinlenmek, sakinleşmek için aranan yer olmalı. Etrafı yürüyüş yolları, çay bahçeleri ve banklarla çevrili parkın ortasındaki göl aslında büyük bir havuz. İlk olarak tarımsal amaçlı yapıldığı düşünülüyor. Gölün ortasındaki zarif bina bir Kaçar Sarayı ve ait olduğu dönemin mimarisini çok güzel temsil ediyor. Restore edilmiş ve günümüzde restoran, kafe olarak kullanılıyor. Uzun günün ardından yorgunluk kahvesi iyi geldi.
**
Tebriz; 3,5 milyon nüfusu olan, çoğunluk Azeri Türklerinin yaşadığı şehir, tarih boyunca İran’ın batıya açılan kapısı olmuş. Her dönem modernleşme adımlarının atıldığı Tebriz, bugün de sanayisi ile ülkeye yön veren şehirler arasında. Doğu Azerbaycan Eyaleti’nin başkenti olan ve aynı zamanda İran’ın en büyük şehirlerinden biri olan Tebriz, İran’da lisan sorunu yaşamayacağınız yerlerden biri, neredeyse herkes Türkçe konuşuyor.
Adı Farsçada, “teb” ateş ve “riz” döken anlamındadır. Şehrin isim hikayesi, Abbasi Halifesi Harun Reşid’in çok sevdiği eşi yakalandığı ateşli hastalıktan buradaki şifalı sulara girdikten sonra kurtulmuş. O günden sonra kentin adı “ateş döken” anlamına gelen Tebriz olarak anılmaya başlamış. Kimilerine göre ise adını üç tarafını çeviren dağlardan alıyor, Kıpçak Türkçesinde “Tavris” dağ arası anlamındadır.
Azerbaycan Müzesi; ülkedeki en zengin koleksiyona sahip müzelerden biri. 1958 yılında açılmış. Doğu Azerbaycan Eyaleti’nde yapılan kazılarda ele geçen objelerin sergilendiği müze ana galeriler, ofis odaları, kütüphane ve bahçeden oluşuyor. Kütüphanesinde İran tarihini, sanatını ve kültürünü anlatan 2.500 el yazması kitabın bulunduğu müze, Sasaniler döneminden kalmış çok önemli iki bulguya da ev sahipliği yapıyor. Bunlar, birbirlerinin yüzüne bakar vaziyette bulunan, “aşıklar” olarak anılan bir kadın ve bir erkek iskeleti ile yaklaşık 3 ton ağırlığındaki tek parça mermere işlenmiş üzerinde “Bismillah” yazan taş.
Mescid-i Kabud (Mavi Cami); Alın ve duvar süslemelerinde kullanılan muhteşem güzellikteki çiniler. Bu çiniler nedeniyle “İslam’ın Turkuazı” olarak da anılıyor. 15. yüzyılın ortalarında inşa edilen yapı geçirdiği depremler sonucu büyük hasar görmüş ancak başarılı restorasyonlar ile tekrar ziyarete açılmış. En büyük özelliklerinden biri “Allah” adının mavi çinilerle 1001 kez yazılmış olması. Allah, Muhammed ve Ali isimlerinin yazılı olduğu 17 metrelik sütunlar girişte hemen dikkati çekiyor.
Caminin avlusunda bulunan heykel 12. yüzyıl Azeri şairlerinden Afzaladdin Bedel Khagani’ye ait ve bu bahçe de Khagani Bahçesi olarak anılıyor.
Kapalı Çarşı; Tebriz, tarih öncesi çağlardan beri ticaret yollarının üzerinde yer almış, İpek Yolu’nun kesişme noktalarından olmuş, ticaretin merkezi durumunda olan önemli şehirlerden biridir. Tebriz Kapalı Çarşısı, eski dönemlerden kalan ve dünyanın en büyük çarşılarından biri. İçinde 24 kervansarayın ve 7350 dükkânın olduğu çarşının yollarının uzunluğu 3,5 kilometre, gezerken kaybolursunuz. Yaklaşık 1000 yaşında olduğu söylenen çarşı, 15. yüzyılda yapılan restorasyon ile bugünkü halini almış.
2010 senesinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne giren Kapalı Çarşı, 2013 senesinde geçirdiği başarılı restorasyon ile Ağa Han ödülüne layık görülmüş. Labirent benzeri ve her zaman kalabalık olan çarşı, İstanbul Kapalı Çarşı’da olduğu gibi, satılan mal cinsine göre halıcılar, kuyumcular, ayakkabıcılar gibi bölümlere ayrılmış.
**
Tebriz’den ayrılıyoruz, 300 km mesafede Dünya Mirası listesinde bulunan Erdebil şehrinde, Safavi tarikatının kurucusu Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebili ile torunlarından Şah İsmail’in Erdebil Tekkesi’ne gidiyoruz.
Erdebil, Safeviliğin doğduğu, İran’ın en ormanlık ve verimli bir bölgesi üzerinde Türkçenin yaygın konuşulduğu bir vilayet. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Safeviler İran için önemli bir dönem olmuştur.
Erdebil, İran ve İslami geçmiş açısından önemli yerlerden olup gerek dini gerek hükümranlık olarak çok olayların yaşandığı, tarihin önemli kavşaklarından biridir. Sünnî bir tarikat iken evrilerek Şîî bir devlet yapılanmasına dönüşen Safevîler, tarikatın dördüncü lideri Şeyh Cüneyd zamanında Şii olmuştur.
Şah İsmail Tekkesi veya Safeviler Dergâhı, şehitler mezarlığı gibidir, Safevilerin ileri gelenlerinden savaşlarda ölenler buraya gömülmüşler. Yedi kapılı dergâhın girişinde, dergâha gelen dervişin kendini dünyadan tecrit edeceği çilehane yer alıyor. Dervaze denen kapı başta olmak üzere İran çini sanatının en güzel örnekleriyle süslenmiş. En son noktada Şah İsmail’in anası Alemşah Hatun’un mezarı bulunuyor. O kabrin yanı başında Şeyh Safi, Şeyh Haydar’ın ve Şah İsmail’in türbeleri var. Hint sanatı ile İran sanatının en önemli sentezi ile 16’ncı yüzyıl Türk ve İran dünyasında süsleme sanatının, geometriden ne kadar ustalıkla yararlandığı ve rakipsiz bir sanatı ortaya çıkardığı burada görülebilir.
Safevîler, Safevî İmparatorluğu veya Safevî Devleti, 1501 ve 1736 yılları arasında varlığını sürdürmüş, modern İran tarihinin başlangıcı olarak kabul edilen ve İran tarihindeki en önemli hanedanlıklardan biridir.
1500’lerden başlayan bu dönem, Osmanlı’nın da dahil olduğu, Sünni ve Şii tarikatları arasında yaşanan katliamlara varan olayların yaşandığı bir dönemdir.
İran, 5000 yıldan beri aynı topraklarda yaşayan derin kültür ve medeniyet birikimi olan bir ülke. Farklı inanç ve mezheplerin yaşandığı bu topraklarda tarihin akışını anlamak çok kolay değil. Her olayın, her yaşanmışlığın kökeninde, din temelli ayrılıkların yarattığı toplumsal olaylar, savaşlar, entrikalar görülür. Şah İsmail olayı da bunlardan biri.
Görülen o ki, İslamiyet, Muhammed’in ölümünden itibaren kendi içinde yarattığı tarikatlar üzerinden topluma hâkim olma, yönetme, daha çok topraklara sahip olma, çıkarlar üzerine savaşmış. Bitmiş mi, hayır, bugün de devam ediyor. Barış ve kardeşlik üzerine olması gerekmez mi bütün din ve inançların? Neden böyle oluyor, siz de düşünün, belki bir gün gerçeği anlarız!
Bu konularla bağlantılı olarak Şia, Şiilik, Alevilik, Kızılbaşlılık, Bektaşilik nedir, farkları var mı, diye kısa bir göz atalım.
Şiilik veya Şia, Ali ile birlikte onun soyundan gelen imamların günahsızlığına, yanılmazlığına ve Ali’nin bizzat Allah tarafından halife olarak seçildiğine inanan İslâm mezhebidir. Sünnilikten sonra gelen ikinci geniş nüfusa sahip mezheptir ve İslam dünyası içerisinde %10-15’lik bir kısmı oluşturur. Şiilik sözcüğü, Câferîlik ile eş anlamlı olarak kullanılabilmekteyse de Şiilik veya Şia, hilâfet olarak “Ali’ye yandaş olan kişiler” anlamındadır ve daha sonraki devirlerde kendi kavramsal ve teolojik alt yapısını oluşturarak mezhepleşmiştir.
Alevilik kavramı 19. asrın ikinci yarısından sonra, daha çok da Kızılbaşlık kavramının yerine kullanılmaya başlanmıştır. Nusayriler de 19. asrın sonlarından itibaren kendileri için “Alevi” ismini kullanmışlardır. Suriye’de varlığını sürdüren Nusayrilik, her ne kadar “Alevi” adı kullanıyor ise de Şii-İmamiyye’nin bir alt koludur. Anadolu Aleviliği ise Kızılbaşlık ve Bektaşilik Şia’nın bir alt kolu değildir.
Şiilik şeriattır, Alevilik tasavvuftur. Şiilik ile Alevilik arasındaki temel nokta, ehl-i beyt ve on iki imamlar sevgisidir. Şiilikte ikrar ve biat yoktur, Alevilikte vardır. Şiilikte tanıklık ve bağlılık vardır, teslimiyet yoktur.
Hazret-i Ali’ye inanan ve halife olarak tanıyanlar genellikle “Alevi” diye anılır, Şiiler ise İran Alevileridir, Kızılbaşlar, bir kısım Türkmenlerden meydana gelen geniş coğrafyada bulunan Alevi kökenli inanç topluluğudur.
Alevilik ve Bektaşilik, inanç bakımından birçok ortak özellik taşır. Bununla birlikte Bektaşilik, temel prensip ve ayinleri olan sofi bir tarikat olduğu halde Alevilik, Hz. Ali soyundan olmaya önem veren bir kimliktir. Bektaşilik önceleri herkese açık bir tarikatken, Alevilik gizliliği esas almıştır.
Anadolu’da Yörük olarak yaşayan Türkmen boylarından bir kısmı Alevi’dir. Sünnilerce bunlara halk arasında “Kızılbaş” demek alışkanlık haline gelmiştir.
Kızılbaşlık, 16. yüzyılda Erdebil/ Safevi Tekkesi müritleri için kullanılan bir isimdir. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar kendi müritlerini başka tarikatlardan ayırt edebilmek için onlara 12 dilimli bir kızıl taç giydirmiştir. Böylece Kızılbaş adı özellikle Erdebil Tekkesi müridi olan Türkler için övgü içeren bir isim olmuştur.
Osmanlı kaynaklarında, Kızılbaş tabiri ise Safevi devleti için kullanılır. Safevi devletinin adı da Şeyhsafiettin’den gelir.
Bütün bunları daha anlaşılır şekle getirip, temel de Alevilik ile Şiilik arasındaki farklara bakarsak;
– Şiilikte ibadet camide yapılır.
+ Alevilikte ibadet cem evinde yapılır.
– Şiilikte imam vardır.
+ Alevilikte dede/ana (Pir) vardır.
– Şiilikte ezan ibadete çağırır.
+ Alevilikte ibadete çağrı yoktur.
– Şiilikte ibadet haremlik selamlıktır.
+ Alevilikte ibadet kadın erkek karma şekildedir.
– Şiilikte ibadette kıbleye/Kâbe´ye dönülür
+ Alevilikte yüz yüze, cemal cemale dönülür.
– Şiilikte şeriat kapısı vardır.
+ Alevilikte 4 kapı 40 makam inancı vardır.
Bütün bu inançların hepsi Kızılbaşlık inanç ve kültüründen doğmuş, zaman içinde yaşanan coğrafyaya ve ayrılıklardan doğan farklılaşmalar sonucu mezhep veya tarikat olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Yani bütün din ve inançlarda olması gereken, kalbinde Tanrı inancını taşıyor olmandır, hepsi Allah yolunda paraleldir. Ayrılıkların sebebi ise güç ve hükümran olma davranışıdır.
**
Yolumuz uzun, Tebriz’den ayrılıyoruz, güneybatı istikametinde İran’ın en eski şehirlerinden birisi olan ve 1548 ile 1598 yılları arasında Safevî Devleti sürecinde başkent olan Kazvin’e gidiyoruz. 550 km. yol, on saatten fazla sürecek gibi.
Heyran Dağları arasından, Heyran Vadisi’ni takip ederek harika doğa manzaraları eşliğinde yola devam.
Hazar Denizi görünmeye başladı, Lisar şehrinden ve Elburiz Dağları arasından geçerek Anzalit şehrinde Hazar Denizi’nin kıyısında öğle yemeği molası. Hazar Denizi, 371.000 km² büyüklüğünde, ortalama derinliği 187 m olan, dünyanın en büyük tuzlu su gölü, bu kadar büyük olunca deniz olarak da anılabiliyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük iç su kütlesidir. 80’den fazla farklı balık yaşayan Hazar’ın en değerli balıkları ise havyarı ile bilinen Mersin ve Uzun Kafa balıklarıdır.
Unesco Dünya Mirası aday listesinde olan ve çok dik bir dağın eteğinde bulunan Masule köyündeyiz.
Evler taraça şeklinde birbirlerinin üzerine inşa edilmiş gibi görünüyor, koruma altında olan köyde 180 aile yaşıyor, yaklaşık nüfus 600 kişi civarında. Alt katlardaki evlerin damları, üst katlardaki evlerin avlusu olarak kullanılmaktadır. Bazı durumlarda, ara sokaklar da birbirine bağlı çatılar üzerinden oluyor. Yani çoğunlukla her yapı alttan üstten ve yanlardan bitişik gibi.
10. yüzyılda kurulmaya başlayan köy, 1300’lü yıllarda Şiilik ve Aleviliğin başladığı yer olarak kabul edilir. Dağların arasında ormanın içinde gizlenmiş bir yer, giderek turistik değeri artıyor, bu nedenle yerli halktan fazla turist var. Dar merdivenlerden tırmanarak yukarılara yerleşim yerlerine gidiyoruz, labirent gibi dar merdivenler, dar geçitler. Köyün Çarşısı yamacın orta yerinde iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar daracık sokaklar arasında bir yer. Burada yaşadığınızı düşünün, her gün onlarca basamak bu merdivenleri tırmanıp, elde paketlerle sabah akşam bu dik yokuşları tırmanmayı, tam akşam eve geldiniz aşağıda arabada bir şey unuttuğunuz aklınıza geldi!!
Geceyi Kazvin’de geçireceğiz, akşam oldu daha yolun yarısındayız, yollar ortalama 40-50 km üzerinde hız yapmaya uygun olmadığı için yol bitmiyor, hafiften umutsuzluk başladı, sabahtan beri yoldayız, 550 km yol bitmedi.
Gece yarısı Kazvin’e vasıl olabildik.
**
Alamut Kalesine gidiyoruz. Burası oldukça yüksek bir tepe üzerine kurulmuş “kartal yuvası” anlamında savunma kalesi. Kazvin şehrinden 110 km mesafede 4 saatlik yol, ancak araçlar da biraz eski olunca yol daha da uzuyor. Kaleden çok bir eser kalmamış, sadece kalıntıları kalmış, Alamut Kalesinde ve çevresinde kazılar şartlar gereği durmuş vaziyette. Yarım saatlik dik bir tırmanış ile ulaşılabilen en tepe noktasında manzara harika. Gerçekten kartal yuvası gibi her yere hâkim, bütün çevrenin kolayca gözetlenebildiği bir konumda.
Alamut Kalesinin ilginç olan hikayesine kısaca bakarsak;
Hasan Sabbah’ın, Haşhaşi tarikatı için mekân olarak seçtiği Alamut Kalesi, yüksekliği iki bin metreyi aşan kayalar üzerine kurulu bir kale. Kale verimli topraklarda, kayalıkların yanı sıra ağaçlık bir vadide kurulmuş.
Selçuklu Devleti’nin hüküm sürdüğü yıllarda Hasan Sabbah tarafından kurulan Haşhaşi tarikatı yaptığı suikastlarla öne çıkmıştı. Hasan Sabbah, adamlarına, cennetin anahtarının kendi ellerinde olduğuna inandırmış ve haşhaşın uyuşturucu etkisini de kullanarak eğitime tabi tuttuğu tarikat üyelerine, birçok devlet adamı ve hükümdara suikastlar yaptırmış, çevresindeki ülkelere epey gözdağı vermeyi başarabilmişti.
1092, Selçuklular döneminde Sünni ve Şii gerginliği hakimdi ve Sünniler diğer tarikatlar üzerinde toplu katliamlar gerçekleştirerek ağır baskılar yapıyorlardı. 16-17 yaşlarında olan Hasan Sabbah, bu durumdan çok rahatsız olur ve kendi içinde mücadeleyi başlatır. Matematik, felsefe ve din eğitimi alan Sabbah, Bağdat’ta ünlü medreselerde din eğitimi alır, dini felsefe üzerine yoğunlaşır, kendi içine aydınlanma dönemini yaşar. Farklı bölgelere giderek fikirlerini yaymaya çalışır, etrafına inanları toplar, aslında amacı yaşanan zulümlere ve baskılara karşı durmak, bu yönde bir hareket başlatmaktır. Bir süre sonra Alamut Kalesinin olduğu yere gelir ve Alamut devletinin başı Mehdi’den kendisinin kabul edilmesini talep eder. Yerleştiği kalede, kale askerleri arasında taraftar bulur, onlara öğretiler verir ve kale askerlerinin büyük çoğunluğunu kendine bağlar. Mehdi’nin karşısına çıkarak, kendisinin teslim olmasını ister ve kaleyi kolaylıkla ele geçirir. Uyuşturucu kullandırarak yarattığı tarikat, esasta zalim diktatörlere karşı yapılan suikastlar etkili olmaya başlamış ve zaman içinde Afganistan’a kadar olan bölgede etkili olmaya başlamıştır.
1256 yılında, Bağdat’ı işgale giden Cengiz Han’ın torunu Hülâgû Han komutasındaki Moğol İlhanlılar ordusu Haşhaşiler’i yok etmek amacıyla Alamut kalesini ele geçirilmiş ve kalede bulunan tüm Haşhaşiler öldürülmüş, kale tahrip edilmiş, içinde bulunan ünlü kütüphanesi de yakılmıştır.
Bir zamanlar bizde de siyasi polemik olarak “Haşhaşi” kelimesi çok kullanılır olmuştu, konunun ne olduğunu, nereden geldiğini belirtmek istedim.
Kazvin, İran’ın önemli şehirlerinden olup 16. yüzyılda Safevi devletinin de başkenti olmuştur.
Kazvin Ulu Cami veya Cima Cami’ye gidiyoruz. Gerçekten büyük ve anlamı olan yapılardan biri.
İran’daki en eski tarihi Cuma camilerinden birisidir. Sasani dönemine ait olan yapı zaman içinde yapılan çeşitli ilaveler ve onarımlarla günümüze ulaşmış. Yapının ilk inşası 807 yılında Abbasi Halifesi Harun Reşid’in emri ile başlamıştır. 1038-1194 yılları arasında Selçuklu hakimiyeti altındayken kuzeyine iki eyvan ilave edilen camii tuğla malzemeyle inşa edilmiş. Caminin bazı bölümlerindeki kitabeler çini plakalarla sonraki dönemlerde kapatılmış.
Bütün Sünni ve Şii camilerinde minareler uzun sivri, selvi ağacı şeklindedir. Selvi ağacı mezarlıklarda da olması istenen ağaç türüdür. Eski inanışlara göre öldükten sonra ruhun gökyüzüne yükselmesinde selvi ağacı uzun sivri formuyla yol gösterici olmuştur. Bu nedenle selvi ağacı İslam aleminde bu anlamda önemli sembol olmuştur. Buradaki mezarlıklarda da selvi ağaçlarını görmek mümkün.
İpek Yolu üzerindeki merkezlerde, kavşaklarda genelde konaklama, ticaret ve korunma amaçlı kervansaraylar bulunur. Kazvin eski dönemlerden beri İpek Yolu üzerindeki önemli merkezlerden biri olmuştur, işte buradaki kervansaraya gidiyoruz. Bugün bu kervansaraylar, ticaret merkezi olma yani alışveriş yeri olarak hüviyetini halen korumaktadır. Madem böyle bir durum var, biz de kurallara uyduk, gerekli alışverişimizi tamamladık.
İran ekonomisine katkıda bulunduktan sonra Kazvin Ali Kapıya gidiyoruz. Kapı kapalı, geçmişte sadece kraliyet ailesi mensupları girebiliyormuş. Çok anlattık, biz de kral soyundan geliyoruz dedik ama bizi asalet anlamında uygun bulmadıkları için kabul etmediler! Uzun zamandır kapatılmış.
Kazvin Koreografi Müzesi, vaktiniz varsa gidebileceğiniz bir yer.
Yemek sonrası başşehir Tahran’a gidiyoruz. Tahran trafik konusunda ciddi yoğunluğu olan bir şehir.
Akşam oldu, günü bitirdik gene.
**
18 milyonu aşan nüfusu, trafik ve karışık yapılanma ile dikkati çeken başkent Tahran, İran’ın en büyük kentidir. Ağa Muhammed Han, 1785’te ele geçirdiği Tahran’ı 1788’de başkent ilan eder ve bu tarihten sonra hızla gelişen kent günümüze kadar da İran’ın başkenti olarak kalmıştır. Kaçar Hanedanı’nın 1925’te devrilmesinden sonra 1941 yılında tahta çıkan Rıza Pehlevi’nin hükümdarlığı sırasında petrol sanayisindeki gelişmenin de etkisiyle kent hızla modernleşti ve büyük ölçüde genişledi.
Ancak 1979 yılında Şah’ın devrilerek İslam Cumhuriyeti kurulmasından sonra ekonomik ve siyasal sorunlar nedeniyle kent bir duraklama dönemine girmiştir. Elburz Dağlarının güney yamaçlarında bulunan Tahran, başkent olarak İran’ın ekonomik ve sosyal yaşamına yön veren en çağdaş kentlerinden birisidir.
Tahran Ulusal Arkeoloji Müzesi; 1937 yılında açılan Antik Pers eserlerinin, çömleklerin, metal işlerinin, kitaplar ve madeni paraların sergilendiği İran’ın en zengin müzesi iki binadan oluşmaktadır. Bir numaralı binada İslamiyet öncesi döneme ait toplanan eserler, iki numaralı binada ise İslamiyet sonrası eserler sergilenmektedir. Görülmesi gereken yerlerden, gayet güzel ve düzenli bir müze.
Gülistan Sarayı; Tahran’ın güneyinde, Erg Meydanı’nın yakınında eski Tahran surlarının sınırları içerisinde, Kaçar Hanedanı dönemine ait bir saray. Sarayın inşasına Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında başlanmış ve zamanında İran Türk hanedanı, Kaçar Hanedanı’nın şahlarının ikametgâhı olarak kullanılmıştır. Pehlevi Hanedanı döneminde resmî törenler ve yabancı heyetlerin ikameti için kullanılan bu saray günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Şah Rıza Pehlevi, Farah Diba ile burada evlenmiş.
Tahran’da görüleceklerin arasında en önemli olanlardan biri. Müthiş göz kamaştırıcı bir yer. Unesco Dünya Kültür Mirası Listesinde olan Gülistan Sarayı (Golestan Palace), Kaçar Hanedanlığı’nın Tahran’a kazandırdığı en güzel miras olmuş. Mimarlık ve el sanatları alanlarındaki köklü Pers kültürünün batı tekniği ve mimarisi ile birleştiği bir başyapıt. Havuzlarla dolu bahçesi, içinde ve dış cephesindeki zengin 19. yüzyıl el işçiliği ve ihtişamıyla, ünlü galerileriyle doğunun en ünlü Sarayı. Şems-ül İmare, Selam Salonu, Aynalı Salon, Taht-i Mermer Salon, Ebyez Sarayı, Kerim Hanlı Halvet gibi bölümleri olan, gerçekten büyük ve çok güzel çinilerle işlenmiş saray. Görülmesi gereken yerlerden.
Kapalı Çarşı; İran mimarisinden izler taşıyan ve tarihî dokusunu hâlâ koruyan Tahran Kapalı Çarşısı, rengârenk dükkânları ile şehrin sosyal hayatının önemli bir parçası. İran mimarisinin nadide örneklerinden olan çarşı, tuğla duvarları, motifleri ve İran tarihini anlatan figürleri ile benzersiz bir mimarî dokuya sahiptir. Birbirine geçen uzun caddelerden oluşan çarşının koridorlarının birleştiği noktalarda büyük kubbeler yer almaktadır. Kapalı Çarşı’ya gelip alışveriş yapmadan olur mu? Hiç olmazsa hurma, çay falan almak lazım! Biz de öyle yaptık, bir sürü şeyler alındı gene.
Halı Müzesi; İran’ın son Kraliçesi Farah Pehlevi tarafından 1976 yılında kurulmuş olan müzede 18. yüzyıldan günümüze tüm İran’ı kapsayan çeşitlilikte İran halıları sergilenmektedir. Müzenin 3.400 metrekare sergi salonu ve yaklaşık 7.000 kitaplık zengin bir kütüphanesi de var. Halı merakı olanlar için son derece ilginç bir yer.
Azadi Meydanı, Özgürlük Meydanı; Tarihi Pers İmparatorluğu’nun 2500. yılı anısına 1971 yılında Muhammed Rıza Pehlevi döneminde Hüseyin Emanet adlı bir mimar tarafından yapılan 48 metre yüksekliğindeki Azadi kulede İslam öncesi ve sonrası İran mimari öğeleri kullanılmış ve Tahran’ın simgesi haline gelmiştir. Zamanla İran halkının en değer verdiği yapılardan biri haline gelen Özgürlük Meydanı, ülkede gerçekleşen birçok toplumsal olaylara da ev sahipliği yapmaktadır. Bu nedenle bu binanın politik açıdan da değeri büyüktür ve İran halkının gözünde milli bir değeri vardır.
**
İran, 1970 yıllarında petrolden elde edilen gelirle ekonomisini düzeltmeye başlamış ancak zenginlikler daha çok Şah ve ailesi tarafından kullanılıyor, halka çok yansıtılmıyordu. O dönemi yaşayanlar anımsayacaklar, İran’ın alt yapısı Türkiye’den daha iyiydi ve Şah Penhleri tarafından çok görkemli olarak düzenlenen İran’ın 2500’inci kutlama törenleri çok dikkati çekmişti. Çok büyük paralar harcanarak yapılan kutlamalar toplumda büyük rahatsızlık yaratmış, ülkede gelirden pay almayan kesimde büyük huzursuzluk oluşmuş, Ali Şeriati önderliğinde ilerici aydın düşünceyle toplumsal hareketlenmeler başlamıştı. Bu dönemde Ali Şeriati İngiltere’ye yaptığı ziyarette öldürülmüş, hemen sonrasında sol hareket yavaşlamış olarak gösterilmeye başlanmış ve bu boşlukta sol hareketin devamı gibi Humeyni ortaya çıkmıştı.
İran siyasi tarihini anlamak için özellikle din sosyolojisi ve çağdaş İslam düşünürleri arasında İran’daki devrimci, İslam’ın babası, İran İslam Devrimi’nin baş düşünürü olarak Ali Şeriati’yi tanımak gerekir. Batı düşüncesinde ortaya çıkan çeşitli fikirlerin, örneğin bazı Marksist fikirlerin, İslam’ın özünde olduğunu ve bunun farklı bir şekilde anlatıldığını savunmuştur. Bu tarzından yola çıkarak sosyolojiyi İslamlaştırmaktan ziyade, İslam’ın sosyolojik bir yapı olduğunu savunan ve İslami metodik düşüncenin açmazlarıyla boğuşan felsefe bilim adamıdır.
İslam Devrimi sırasında, modern İran’ın en popüler yazarı olan Şeriati, ders kasetleri okuma yazma bilmeyenler arasında bile yaygın bir şekilde dolaşan, aydınlar arasında çok popüler olan bir devrimciydi.
Eserleri yeniden basılıyor, sloganları gösterilerde söyleniyor ve fikirleri, devrimciler ve özellikle radikal lise öğrencileri tarafından serbestçe tartışılıyordu. Aslında, onun fikirleri Ayetullah Humeyni’ninkilerden çok daha iyi biliniyordu.
Ders verdiği konferans salonunun SAVAK güçlerince kapatılmasından sonra, Şeriati tutuklanıp, “İslam Marksizm’ini” savunmakla suçlanarak hapse atıldı. 18 ayı bir hücrede geçirdi. 1975’te ev hapsine alınan Ali Şeriati’nin 1977’ye kadar yurtdışına çıkmasına izin verilmedi. Daha sonra gittiği İngiltere’de suikast sonucu öldürüldü.
İfadelerinden bazıları;
Ali Şeriati’nin Batı’daki imajını en iyi özetleyen sözlerden: “Ben bir Tanrı’ya inanmıyorum ama inansaydım eğer bu Şeriati’nin Tanrısı olurdu.”
“Dindar bir toplumu ancak din adına, din alimleri kandırabilirdi ve öyle de oldu.”
“Düşünme, itaat et diyenlere değil; düşün, sor, sorgula diyenlere kulak ver.”
“Bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa, bil ki bu bir hainin davetidir.”
“Tek hurma ile beslenen peygamber ve yamalı cübbe giyen Ömer hikayeleri ile halkı kandırıp, kendileri için saray ve villalar inşa ettiler.”
**
Türklerin en eski çağlardan beri yurt tuttuğu İran, çeşitli Türk boylarının özellikle Oğuzların en önemli yerleşim merkezi olmuştur. Üzerinde az araştırma yapılmış olsa da birçok çeşitli Türk topluluklarının varlığı ve onların bölgedeki katkıları, tarihten kültüre kadar her alanda ortaya çıkmaktadır. Türk toplulukları içerisinde Türkiye’den sonra otuz milyonu aşkın nüfusu ile ikinci Türk topluluğu olan İran Türkleri, çeşitli Türk boylarından meydana gelmiştir.
Kaşkay Türkleri, İran coğrafyasında, İran’ın çağdaş tarihinde özellikle siyasi alanda önemli bir aktör olmuştur. 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda İran’ın güneyi İngilizler tarafından işgal edildiği zaman Kaşkay Türkleri İngilizlerle karşı karşıya gelmişlerdir.
İran 35 yıldan beri dünyanın uyguladığı ağır ambargo baskısı altında yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Önceleri siyasi ve ekonomik ambargo sonucunda İran’ın birkaç yıl içinde Amerika ve batı önünde diz çökecek, nükleer faaliyetlerden vazgeçeceği, petrol konusunda Amerika’nın kontrolünde politika izlemeyeceği bekleniyordu. Geçen süre içinde ciddi yaralar aldı, büyük sıkıntılar yaşadı ama asla diz çökmedi. Bütün baskılara rağmen nükleer programa mevcut şartlarda devam ediyor, ihtiyaçlarını başta Çin olmak üzere doğu ülkelerinden halletmeye çalışıyor.
**
Son bin yıldan daha uzun bir geçmiş tarihe bakarsak, bugün Batı olarak tariflediğimiz ülkelerin dünyayı nasıl sömürgeleştirdiğini, dünyanın birçok yerindeki zenginlikleri zorbalıkla, büyük katliamlarla nasıl elde ettiklerini görürüz.
“1200’lü yıllardan itibaren herkes önünden yeseydi, bugün dünyanın en fakir ülkesi Avrupa, en zengin ülkesi Afrika olurdu.”
Derin tarihi ve kültür birikimi olan farklı boylardan Türklerin de yaşadığı, medeniyetler ülkesi İran.
Sevgilerimle
Hayrettin Kağnıcı
Haziran 2022