Japonya 2018

                                                                                                                       JAPONYA  2018

Asya’nın doğusunda, 378.000km² yüz ölçümü (Türkiye’nin yarısı) 120 milyon nüfusu olan, ülkenin%80 dağlık, sadece %20 lik kısmında yerleşimin olduğu, depremlerin sık yaşandığı, Shogun (en üst rütbeli askeri komutan) ve samurayların (savaşçı askerler) izlerini taşıyan, Pasifik Okyanusunda kendini yalnız hisseden adalar ülkesi Japonya. Ülkenin büyük kısmı dağlık ve ormanlık ama ağaç kesmek yasak, bütün ağaç ihtiyacını başta Afrika olmak üzere diğer ülkelerden tedarik ediyor.

Önce farklı kültür ve gelenekleri olan Japonya’yı tanımak lazım.

Yüzyıllar boyunca topraklarını başkalarına kapalı tutan, topraklarına ayak basan her yabancıyı öldüren, dış dünya ile bağlantı kurmak istemeyen, içe dönük yaşamın katı ve keskin kurallarının hala geçerli olduğu Japonya. 1858 yılında Meiji İmparatorluk döneminde yıkılan shogun ve samuray saltanatından sonra dış dünyaya açılmaya başlamış, kültür ve geleneklerine bağlı bir toplum. Toplumsal ve bireysel saygı çok önemli, okullarda küçük yaşlardan itibaren birbirlerine saygılı olma konularında eğitimler veriliyor. Hiç kimsenin kandırılmak veya aldatılmak gibi bir endişe taşımadığı, kabalık etmediği, karşılıklı saygı ve disiplinin olduğu, kendisini veya başkasının aptal yerine konmadığı, toplumda herkesin bir yeri ve ona göre işinin olduğu bir yaşam biçimi. Japon erkekleri gerçekte maçodur. Özellikle evliliklerde çocuk olunca kadın, çocuk ile birlikteliği daha fazla olmalı ve daha çok ilgilenmeli diye düşünülür. Erkek dış dünyaya dönebilir, akşamları iş çıkışı arkadaşları ile birlikte olabilir, genelde izakaya veya nomikai denilen geleneksel bar türü yerlere takılabilir. İş disiplini ve işe saygıdan ötürü iş hayatında genelde siyah takım elbisenin giyildiği, kazak veya kot pantolonun tercih edilmediği yer.

Genelde tek çocuk yapmaları, giderek nüfusun azalmasına yol açmaktadır. İş dünyası çok önemli, toplantılar, birliktelikler, aile toplantılarında genelde iş konuları, sanat, edebiyat, bilim, teknoloji, endüstri 4.0, gelecek gibi konular konuşulur.  Son on beş yılda arkadaşlarınız ile beraber olduğunuz zamanları düşünün bakalım, çoğunlukla ne konuştunuz, siyasetin dışında bir şey konuştunuz mu? Adamlar nasıl daha iyi yapabiliriz, nasıl yeni teknolojiler yaratabiliriz diye konuşurken, biz boş konuşmalarla çene suyu çorbaya talim.

Yazıları da ilginç, üç farklı karakterde alfabe kullanıyorlar.

-katagana; genelde İngilizce veya yabancı kökenli kelimeler için kullandıkları alfabe

-hiragana; Japonların esas alfabesi, genelde gramer ağırlıkli ifadelerde, resmi yazışmalarda kullanılıyor.

-kanji; Çin’den aldıkları alfabe, hiragana ile birlikte kullanılırsa, anlaması daha kolay, özellikle çocuklar için.

Bütün yazılarda bu üç alfabe beraberce aynı cümlenin içinde kullanılabiliyor, yani bu üç alfabeyi de bilmek zorundasınız. Gramer yapısı Türkçeye çok benziyor.

Sokaklar, çevre her yer şehir ölçeğinde bakarsanız tertemiz, etrafta atılmış, dökülmüş çöp göremezsiniz. Ev ve kutsal mekanlara ayakkabı ile girilmez, hijyen ön planda. Bu temizlik ve düzen sokağa ve sosyal hayata da yansıyor. Hırsızlık ve diğer suçlar çok düşük, genelde yabancıların işledikleri suçlar.  Kalabalık yerlerde, “dikkat edin buralarda turistler olabilir” şeklinde uyarılar yapılıyor.  Sakin, hatta bize göre biraz yavaş ve kuralları ile yaşayan insanlar. Bir Japon’u şaşırtmak istiyorsanız, sıraya girmeden öne geçmeye çalışın veya bağırarak konuşun, adamların bütün ayarları bozuluyor, şaşırıyor bir süre kendilerine gelemiyorlar. Burada kendinizi insan gibi hissedersiniz, bütün insani değerleriniz ve haklarınız her zaman mevcuttur. Yeni nesil kapalı toplum olmaktan çıkıp Avrupa ve Amerikan dünyasına açılmak istiyor, hafiften böyle bir hayranlık da var. Son zamanlarda giderek artan yabancı evlilikler nedeniyle bazı gelenekler de değişmeye başlamış.

Sakura ağaçlarının açtığı zaman Nisan’ın ilk haftası buradayız.  Bir cins meyve vermeyen kiraz çiçeğinin Japonca karşılığı olan sakura, Japonlar için farklı bir anlam ifade ediyor. Çok güzel çiçekleri var. Çiçekleri ağır ağır açar ama birden dökülür. Bu, hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeler, hem de kaçınılmaz sonunu ölümü simgeler.  Baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi felsefe olarak ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder.  Zıtlıkların birliği, siyah ile beyazın, güzel ile çirkin, gece ile gündüzün, yaşam ile ölümün daima birlikte olduğu gibi. Yin-Yang felsefesi.

Bu dönemde yer bulmak zor hem de fiyatlar hafif öpülesi.  Sakura buranın milli hazinesi gibi, sezonda birçok şey ona endeksli. Daha fazla sakura görmek için Fukuoka şehrine gelip buradan konaklama yerimiz Hiroshima şehrine otobüs ile geçiyoruz. Yol üzerinde her biri kilometrelerce uzunlukta olan bir sürü tünel. Adamlar dağ taş demeden delip geçmişler.

**

Hiroshima, çok önemli, dünyada insanların atom bombası ile ilk tanıştığı yer. Amerikalıların, Japonya ya attığı ilk atom bombasının patlatıldığı yerdeki binanın ayakta kalan enkazı, utanç anıtı olarak muhafaza edilmiş. Hemen yanında bomba ve yıkımın izlerini anlatan, tarif edilemez acılar hem insanlığın hem de çevrenin büyük katliamını gözler önüne seren müze. Yaşananların fotoğraflarını görmek bile insanlık utancı. Burası, bu olay ile Unesco Dünya Mirası listesine alınmış.

  1. Dünya Savaşı önceleri Japonya, en az Avrupa ve Amerika kadar dünya ekonomisinde söz sahibi olmak istediğini izlediği politika ile ortaya koymuştu. Japonya’nın hedefi dünyanın önemli topraklarını ve doğal kaynakları ele geçirmek, dünyanın yeni süper gücü olmaktı.

Japonya, 19. yüzyılın sonlarına doğru Çin ile, 20. yüzyılın başında da Rusya ile büyük savaşa girmiş ve üstünlük kurmuştu. 1930’larda askeri olarak güçlü duruma gelmişti. Dönemin süper gücü olma yolunda ilerleyen ABD’ye alternatif güç olmak isteyen Japonya, 1937 de Çin ile girdiği savaşta yaptığı katliamlar sonucu Milletler Cemiyetinden uyarı almış, buna karşılık Japonya da Milletler cemiyetinden ayrıldığını ilan etmiştir.

7 Aralık 1941 de Japonya, Amerika Birleşik Devletleri’nin Pasifik Okyanusunda, Hawaii adalarının Oahu adasında bulunan Pasifik Filosu ve Pearl Habor askeri üslerine, kendilerine olası bir tehdit ihtimali üzerine sürpriz bir saldırı tapmış ve büyük zarar vermişti. Pearl Harbur da büyük bozguna uğrayan Amerikalılar, daha sonra, Japonlara saldırılar düzenlemiş ve Japon deniz kuvvetlerine büyük kayıplar vermiş, gemilerini batırılmıştı. Ağır bombardımanın altyapıya zarar verdiği kentlerde halk hem açlık hem de susuzlukla boğuşuyordu. Japonların çöküşü başlamıştı.

1939 yılında altında, Albert Einstein’ın de imzası olan ve dönemin ABD başkanı Roosevelt’e hitaben yazılan bir mektupta, Almanların, Hitlerin talimatı ile bir atom bombası geliştirebileceği, bunun insanlığa büyük zarar verebileceğini ve buna karşı önlem almanın zorunlu olduğu yazmaktadır. Bunun üzerine ABD de bu yöndeki çalışmalarını hızlandırır.

Zor durumda olan Japonlar Rusya üzerinden haber yollayarak ABD ile barış yapmak isterler. Ancak Stalin bu teklife sıcak bakmaz ve Japonya’dan büyük bir pay almadan savaşın bitmesini istemez. Rusya’nın bu isteği ABD yi rahatsız eder ve Rusya’nın bölgede savaşa dahil olup üstünlüğü ele geçirmesini önlemek ister. Bu durumda Stalin’e gözdağı vermek, Japonya’yı yenmek veya savaşı bitirmekten çok daha önemliydi. Atom bombası bu sorunun çözümüne yardımcı olabilirdi. Bu nedenle Amerika, Japonya’nın teslim olmasını hızlandırmak için atom bombasını kullanmaya karar verir. Ne kadar süreceği belli olmayan savaşı sonlandırmak, büyük ıstırap ve felaketleri daha kısa ve az hasarla çözmek için atom bombası kullanmak mucizevi bir çözüm olarak görülüyordu! Stalin’in ısrarla Japonya’dan kendisine de pay almak istemesi Japonya’ya atom bombası atılmasının nedenlerinden yalnızca biriydi. Japonya’nın durumunun ümitsiz olduğu büyük çöküntü içinde olduğu açıktı. Her ne kadar yenilecekleri kesin olsa da Japonlar hâlâ cesaretle savunmayı sürdürüyorlar, kamikaze intihar saldırıları ile müttefiklere kayıplar veriyor ve bu durum Amerikalılara oldukça pahalıya patlıyordu. Müttefik askerlerinin ölmemesi ve Japonların hiçbir direnme göstermeden teslim olmalarını sağlamak için atom bombası atılmasına karar verildi. Ayrıca, atom bombasının kullanılması Amerikalılara askeri üstünlük, dünyaya da korku ve dehşet verecekti Binlerce bilim adamı ve asker gece gündüz çalışarak milyarlarca dolara mal olan bu projede çalışmışlar ve insanoğlunun o güne değin icat ettiği en ölümcül silahı yapmayı başarmışlardı. İlk defa kullanılacak atom bombasının insanlar üzerindeki etkilerini çok merak ediyorlardı. Hatta, ABD’li komutanlar, atom bombasının tam etkilerini görebilmek için daha önce savaşa girmemiş yani nüfusu azalmamış kentleri tercih etmişlerdi. ABD başkanı Treuman’ın talimatı ile 6 Ağustos 1945’te “Little Boy” isimli ilk atom bombası Hiroşima’ya atıldı.  Bomba yerden 600 metre yukarıda patlamış, önce gözleri kör eden çok parlak bir ışık, ardından 4000C° dereceye ulaşan sıcaklık, 440km hızla esen alev rüzgarı, 3 km çapındaki bir alanda hiç canlı bırakmamış, her taraf kavrulmuştu. İlk saniyelerde 80.000 den fazla insan ölmüştü. Japonların, Hiroşima’ya atom bombası atılmasından sonra bile hâlâ koşulsuz teslimi kabul etmemeleri üzerine sıra ikinci hedefe gelmişti, İkinci hedef, Kokura şehriydi. 9 Ağustos 1945 gününün ilk saatlerinde Bockscar adlı B-29 tipi bombardıman uçağı ikinci atom bombasını Kokura’ya atmak için havalandı. Kentin üstü büyük bir sis ve bir gün önce bombalanan komşu kent Yahata’dan gelen dumanlarla kaplanmıştı ve hiçbir şey gözükmüyordu. Bunun üzerine sonraki hedef olan Nagazaki’ye doğru rota değiştirildi ve 9 Ağustos günü “Fat Boy” isimli atom bombası Nagazaki’ye atıldı. Bu atom bombasıyla Nagasaki’nin 240.000 kişilik nüfusunun 74.000’i ilk saniyelerde can verdi. Her iki bomba da da ilk saniyelerden sonra yüz binlerce insan yitik, bitik ve ağır hasarlıydı. Nükleer serpinti yüzünden çok uzun yıllar üzerinde ot bitmeyecek topraklar oluşmuştu.

Tamam, bu iş olmuş, çok kısa sürede hiçbir şeyden haberi olmayan yüz binlerce insan öldürülmüştü. Amerikalılar bu başarılarını!! sevinç içinde kutladılar. Yippu, tarihte en fazla insanı bir anda katledebilmenin başarısıydı!!!

Japon yetkililer 2 Eylül 1945’te, Tokyo Körfezi’nde, Amerikan ana muharebe gemisi Missouri’de “koşulsuz teslim” anlaşmasını imzaladılar. Böylece, Hitler’in Polonya saldırısıyla 1 Eylül 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı, tam altı yıl sonra 2 Eylül 1945’te sona eriyordu. Almanya ise dört ay önce teslim olmuştu. Bu formalite bir imza töreniydi. Zaten II. Dünya Savaşı fili olarak, atom bombasının atılmasından bir hafta sonra 15 Ağustos’ta, İmparatorun, müttefiklerin koşullarını kabul ettiğini radyodan açıklamasıyla sona ermişti.

Kısaca Hiroşima, Amerika ve atom bombası hikayesi. Ölüm ve öldürmek, gelişmiş! medeni! insan hakları savunucularının! en doğal hakkı. Dünyanın canına okuyanların var olma şekli…

Gerçekten insanlığın büyük ayıbı. Bir de diğer taraftan bakalım. 1930 lardan itibaren Japonya Asya ülkeleri üzerinde baskıları artırmış hatta bazı devletler üzerinde egemenlik kurmaya başlamıştı. Çin, Vietnam, Malezya, Kore, Kamboçya da acımasızca katliamlar yapmışlar. Aldıkları esirleri hiç yemek vermeden ölünceye kadar çalıştırmışlardı.  Filipinler de, Palavan katliamında tünele doldurduktan esirlerin bir kısmını zehirli gaz vererek, bir kısmını da su kuyularında boğarak öldürmüşlerdir.

Bu olay Amerika’yı dünya hakimiyeti konusunda öne çıkarmıştır. Olaylar farklı şekilde gelişip Japonya’nın üstünlüğü olsaydı, yani Japonya dünya emperyalizminde öne çıkan ülke olsaydı, ne olurdu? Daha mı az zalim, daha mı az acımasız, daha mı az ölümcül olurdu? Aslında soru şu; “ölümlerden ölüm beğen” sunulan tercih şekli, “kırk katır mı? kırk satır mı?”

Günümüze baktığımızda neler ne kadar değişti ne kadar ders aldık acaba? Savaşlar, insanlık suçları, vahşetler azalıyor mu yoksa artarak devam mı ediyor?.. Dileriz ki, hiçbir savaş acısını ve böylesine vahşetleri Tanrı bizlere yasatmasın.

**

Gelelim konumuza, Hiroşima da Kintai köprüsüne gidiyoruz. Burası sakura çiçeklerinin güzel görsellik verdiği yerlerden biri. Ahşap tarihi köprüden geçip çevreyi dolaşıyoruz. Geleneksel kıyafetler ile resim çektiren gelin ile damatlar, yürüyenler, doğanın tadını çıkaranlar…biz de bolca fotoğraf çekerek bu güzelliğin tadını çıkartmaya çalışıyoruz.

Buradan büyük Itsukustima Shinto Tapınağı’nın olduğu Miyajima adasına tekne ile gidiyoruz. Büyük bir alan üzerine kurulmuş, sade gösterişsiz bir yer. Shinto inancının sembolü olan Tori, kocaman boyutu ile denizin içinde ve uzaklardan fark ediliyor.  Burası da ahşap tapınak olduğu ve çevresindeki tarihi doku korunduğu için Unesco Dünya Mirası listesinde. Çevrede bol alışveriş dükkanları, gel gör bastır paraları…

Shogun’lar, geçmişte kendine ait bölgesi olan ve bu bölgeyi samuray denilen askerleri ile koruyan, mevcudiyetini devan ettirmek için savaşan, ganimetler toplayan bir sistem ancak esasta imparatorluğa bağlı.  Osmanlı da ki derebeylik sistemi gibi, hafiften devlet içinde devlet gibi.

**

Sabah 250 km. mesafe de olan Nara şehrine hızlı tren ile bir saate varıyoruz. Hroshima ve Nara arasında günde karşılıklı 342 hızlı tren seferi yapılıyormuş, vay anasına… Görünen o ki, evi ve işi farklı şehirlerde olan bir sürü insan var.

Önce 1600 lü yıllarda yapılmış, tamamı ahşap, üzeri beyaz alçı ile boyanmış önemli bir shogun kalesi olan Himeji Kalesine gidiyoruz. Her tarafı beyaz olduğu için “beyaz kale” olarak da anılıyor. Kocaman bahçe içinde haşmetli bir yer. Burası da Unesco miras listesinde.

Buradan, etrafta bir sürü geyiğin ortalarda serbestçe dolaştığı Nara veya Geyik parkının içinden geçip, başka bir Unesco Dünya Mirası olan Todoiji Budist Tapınağı geliyoruz. Çok büyük ahşap Buda heykeli kapıdan girişte sizi karşılıyor.

Nara, 710 ile 795 yılları arasında Japonya’nın başkenti olmuş. Bu dönemde yaşanan büyük bir kıtlık sebebinin, yeterince dua edilmediği ve büyük bir mabedin olmadığı için yaşandığına karar verilmiş. Bunun üzerine kalkmışlar bir sürü yeni tapınak ve de çok büyük Todoiji Tapınağı inşa edilmişler. Sonuçta çok bir şeyin değişmemiş, kıtlık ve açlık devam etmiş çok insan ölmüş. Belki de dualar yetememiş, daha büyük tapınak, daha fazla dua etmeleri gerekirmiş!

Burası Budizm’in en kuvvetli olduğu yerlerden.

**

Sabah Nara da dünyanın en eski ahşap mabedi Horiji Tapınağına gidiyoruz. Gerçekten muhteşem bir yapı. Burada da Shogunlar ile ilgili efsaneler bitmiyor. Sonrası, Koya dağında Koyasan kasabasına gidiyoruz.

Budizm’in mezheplerinden biri olan Singhong mezhebini merkezi. Mezhebin kurucusu Robo Daishi, genç yaşta Koya’dan ayrılır ve Çin’e gider. Burada yeterince aydınlandıktan sonra geri dönüp daha yenilikçi olduğuna inandığı Singhong mezhebini kurmaya karar verir. Çin de bulunduğu yerden fırlattığı ok, Japonya da Koya dağının zirvesine kadar ulaşır. Okun düştüğü yerde çiçekler açar, güneş parlar ve üç saplı çam ağacı yaprakları yere dökülür. İşte tam buraya Singhong mezhebinin en büyük Tapınağı yapılır ve bu mezhebin merkezi olur. Yani yenilikçi mezhebin mabedinin yeri, 1000 km den fırlatılan ok ile belirlenmiş!! Bu din işleri böyle bir şey, ister inan ister inanma, benzer hikayeler biz de de çok var..

Birçok din ve inançlar, mabetlerini ulaşılması zor kolay bulunamayan yerlere yapmışlardır. Donjo Duran Tapınağı da öyle, araba ile bile keskin virajlarla zor gidilebilen bir yerde. Bu bölgede 113 Budist Tapınağı ve 83 farklı mezhep var. Anlaşılan, her din ve inanç kendi düzenini yaratmış. Din ve mezhepler, ne kadar bilinmez, anlaşılması zor ve karmaşıklık üzerine inşa edilmiş ise o kadar iyi. Yani hepsi aynı, çok fark gözükmüyor, sorgulama yapmadığın sürece bağlılık ve bağnazlığın esirisin. Burası, Budizm’in Singhong Mezhebinin en kutsal yeri. Farklı büyükte bir sürü mabet daha var

Budist rahipleri hayatları boyunca evlenmezler, sadece Japonya da Budist rahipler soylarının devamı için evlenebilir. Aklınıza başka şey gelmesin, sadece soyun devamı için!!  Din, insanların kendini koruma iç güdüsüdür, Budizm de Tanrı’nın elçisi yoktur., iç aydınlanma üzerine felsefeleri vardır.

Burada mabed çok dedik ya, bizde bulabildiklerimizi ziyaret ediyoruz. Başka bir mabet te, sıra meditasyon yapmaya geldi, sakinleştik, huzurlandık…

Sıra, yüzlerce yıllık Kuno-in Budist ve Shinto mezarlığını ziyaretine geldi. Herkesin kendi din ve inancı kendine. Gerçekten ilginç, farklı bir yer. Herhalde on binlerce insanın külleri vardır.  Özenle yapılmış heykeller, süslemeler ile dolu mezarlık. Ne diyelim, hepsine Allah rahmet eylesin.

Hava bugün tahminlerin ötesinde ciddi soğuk. Nisan’ın ilk haftası, hava raporlarında böyle bir bilgi de yoktu, sağlık sorunu yaşamayız umarım.

Şimdide, Kongo bu-ji Tapınağındayız. Burası, Japonya da olan binden fazla Shinto tapınağının merkezi, büyük bir yer.

Shinto hakkında kısa bilgi vermek gerekirse;

Dünyanın en eski dinleri arasında yer alan Şintoizm M.Ö. VII yy kadar eskiye dayanır. Dünyanın başka yerinde pek rastlanmayan ve Japonların yerli ve milli dini gibidir. Şintoizm ‘in Japoncada karşılığı Kami-Nomiçi ‘dir ( Tanrıların Yolu) ve herhangi bir kurucusu yoktur.

Şintoizm ‘in bir diğer özelliği de derin bir ritüeli olmayışı, sade ve basit olup  diğer dinlere karşı da oldukça hoşgörülü bir din olmasıdır.

 

Şintoizm’in iki temel özelliği kısaca;

-Japonya için yerli ve milli olması

-Tabiata, doğaya tapması ve onu korumaya önem vermesidir.

 

İlahlarla ilgili inanca göre, birbiriyle hem kardeş hem karı-koca olan Gök (Baba Tanrı) ile Yer (Ana Tanrı) bütün Japon adalarını ve diğer tabiat Tanrılarını doğurmuşlardır. Japonya ‘da 8 milyon ilah vardır. Dağ, ırmak, ateş, gök gürlemesi, fırtına, yağmur gibi ilahlar dışında da her meslek için de ayrı bir ilah vardır. Ölüler yaşayanlara muhtaçtır. Kendilerine ikram yapıldığı, mezarın üzerine yiyecek, içecek, eşya konulduğu sürece mesut olurlar. Japonlar dünyanın iyi ve kötü ruhlarla dolu olduğuna inanırlar

Shinto inancında ibadet çok sade ve basit şekilde yapılır. İbadet etmek isteyen kişi mabede gider, elini, yüzünü yıkar, mabette dua eder ibadetini tamamlar ve dışarı çıkar. Shinto rahipleri de evlenebilir.

Japonya da, Budist, Hristiyan veya başka din ve mezhebe inanalar aynı zamanda Shinto inancını da benimseyebilir. Yani insanların iki farklı inancı olabiliyor. Geçmişte shogun ve samuraylar hem Shinto hem de Budizm’e inanırlardı.

Geceyi Rengejoin Budist mabedinde getireceğiz, sonumuz iyi olur, sabaha hayırlarla çıkarız inşallah. Burası da aktif olarak çalışan birçok mabet den biri ve diğerleri gibi konaklama imkanı veriyor. Odalar 10-15 m², yerde ince yer yatağı, alçak, sert yastık. Odalar ince bir paravan ile ayrılmış, dikkatli konuşmak lazım, dedikodu yok. Çantaları odaya bıraktık, şimdi eğitim zamanı. Önce yarım saat meditasyon sonrası rahibin on beş dakika insanlık ve barış üzerine konuşması sonra da akşam yemeği. Yirmi santim yükseklikte sehpalar üzerinde küçük kaplarda bazılarının ne olduğunu tam anladığımız yemekler. Önceden hazırlandığı için her şey soğuk, bunlar nedir falan dedik ama çoğu da yenildi hani. Bu da tamam. Ateş Tanrısı Gona için şükran seremonisi. Alçak bir masa üzerinde minik kaplarda bir sürü malzeme ve masanın başında sessizce dua okuyan rahip. Ritmik hareketler ile hafiften başlattığı ateşi, küçük kaplardaki malzemelerden takviye ile alevlendirdi. Bütün hareketler öylesine ritmik ve ritüellik ki olay sanki kendi kendine akıyor gibi. Önce yükselen sonrasında azalan alev ile seremoni tamamlandı., Yükselen duman Tanrıya olan şükranı, ateş ise içimizdeki ve çevremizdeki kötülüklerin alevler ile yanıp yok olmasını sembolize ediyor. Güzel görseli olan anlamlı bir seremoni. İyi güzel de bu kadar kutsal bir gösteriyi her gün turistlerin önünde tekrarlamak işin ruhani yanından ziyade ticaret gibi sanki! Buralarda konaklama çok ucuz da değil hani, dedik ya geleneksel Japon diye. Gece sıcaklık sıfır derece, eldeki malzemenin tamamını giyinip yatma zamanı. Yer soğuk, yatak ince, yastık taş üstünde yatıyorsun gibi…iyi uykular..

Sabah erken saate tekrar dualar okunuyor, tam kadro huşu içinde dinliyoruz. Sonuç ben tamam oldum artık, varsa günahlar sıfırlandı, bu kadar mübarek olmak bana yetti bundan sonrası Nirvana… Kahvaltı ve yola devam. Şaşılacak şey birden kar bastırdı, hava sıfırın altında.

Koya dağı, çevresinde birçok shogun mezarı ve bunların her biri için çok hikayeler efsaneler var. Yani burası, gerçekten Japonlar için çok önemli ve kutsal bir yer.

**

Sabah erken saate, 1,5 milyon nüfuslu, 10 binden fazla Budist ve Shinto Tapınağı olan 1221 yıllık geçmişi ile Japonya’nın önemli tarihi ve kültürel şehirlerden biri olan Kyoto’ya doğru yola çıkıyoruz. Kyoto 794 ile 1857 yılları arasında Japonya’nın başkenti olmuş, 15. yüzyıllarda shogunların kendi aralarında yüzyıllar süren savaşları, yangınlar, depremler şehre büyük zarar vermiştir.

Koyoto’nun önemli yerlerinden Uji de Byodo Tapınağı ziyareti sonrası Zen Budistlerin Kokuon-ji (Golden pavilion) tapınağı. 15. yüzyılda bölgenin hakimi olan shogun ölünce sarayının mabet yapılmasını istemiş ve bütün malı mülkü ile her tarafı altın renkli bu mabet yapılmış. Gerçekten güzel ve parıltılı bir yer.

Geyşalık, Japon kültürel geleneklerinden biridir. Maço yapıda olan Japon erkekleri eskiden iş toplantılarına ve diğer bazı toplantılarına eşleri yerine geyşalar ile girmeyi tercih ederlermiş. Geyşalar, kimono denilen geleneksel kıyafetleri olan, sanatçı, şair, lisan bilen, kültürlü, entelektüel, zarif bayanlardan seçilir ve geyşa okulundan mezun olanlar tercih edilirmiş. Genelde iş veya ilgili konularda partnerlik yaparlarmış. Bugün bazı hallerde bu işler biraz çizgiden çıkmış gibi olmuş sanki! ama gelenek halen devam ediyor. Kyoto geyşalık geleneğinin yoğun olduğu yerlerden biri, bizde buranın en hareketli Higashiyama caddesinde dolaşıyoruz, belki geyşa görürüz diye. Ortalarda geleneksel kıyafetleri kimono ile dolaşan bir sürü Japon var ama bunların geyşa ile ilgisi yok, sakın ha bir yanlışlık yapmayın başınız belaya girer. Geyşa kıyafeti ile geleneksel Japon kıyafeti çok benzer ancak bazı farklar vardır, en önemli fark ise geyşaların giydiği elbisenin sırtı boyundan itibaren biraz açık ve bazı desen farklılıkları vardır. Her sırtı açık olana da saldırmayın yersiniz tokadı başınıza iş açarsınız.

**

Kyoto şehir turu, önce geleneksel çay seremonisi izlemeye gidiyoruz. Büyük bir oda etrafında duvar dibinden itibaren sıralı oturuyoruz, odanın ortasında güzel geyşa hanım çayın hazırlanışı, çay içilecek kasenin nasıl tutulacağı, nasıl içileceği gibi bütün detayları anlattıktan sonra tek tek ikram edilen çayların içilmesi. Çay seremoni geçmişte, konferansların, tartışmaların, bilgilendirme toplantılarının yapıldığı sadece asiller, soylular ve shogunun katıldığı bir toplantı şekli. Çayımızı içtik teşekkür ettik.

Iniari Shinto Tapınağı önemli bir yer, mabet arazisi içinde binlerce Shinto inancını sembolü olan her boyda ahşaptan yapılmış Toriler var. Efendim, burası Pirinç Tanrısının mabedi; geçmişte pirinç tarlası olan bu araziye tilkiler dadanır ve her seferinde de bütün pirinçleri yerlermiş. Bu işten çok rahatsız olan halk, konuyu Pirinç Tanrısına iletir, tanrıdan gelen yanıt “bırakın tilkiler bütün mahsulü yesinler, karınları şişip yeterince doyunca onlara buraların bekçiliğini verin, onlar burayı koruyacaklardır” şeklinde olur. Halk da Tanrının buyruğunu dinler ve gerçekten de tilkiler pirinç tarlalarının koruyucusu olurlar. Bu nedenle bu tapınak tilkilere adanmış, her tarafta tilki sembol ve heykelleri var. Dualarımız Pirinç Tanrısı ve pirinçleri koruyan tilkiler için…

Budist ve Shinto inançlarında, her mesleğin ve konunun ayrı bir tanrısı vardır.  Balıkçıların, çaycıların, şoförlerin, marangozların, demircilerin tanrısı gibi. Herkes kendi mesleğini temsil eden mabede gider ve kendi tanrısına dua eder çünkü, her tanrı temsil ettiği meslek ile ilgili konularda bilgilidir ve ancak o konuda ki problemlerde yardımcı olabilir. Burada ki tanrı kavramı, bizim tariflediğimiz tanrıdan farklı bir kavram, belki ilah kelimesi daha doğru olur. Yani yeri göğü yaratan, her şeye muktedir olan bütün semavi dinlerin Tanrısı olan tarif değil. Zor konular. …

15 yüzyıllarda yapılmış Zen Budistlerin Tapınağını ziyaret ediyoruz. Burada rahipler kayaların etrafında meditasyon yaparak hayal dünyalarını genişletirlermiş. Çok güzel ve bakımlı kocaman bahçe içinde bir yer. Bizde daldık hayal bahçesinde hayaller alemine..

Mabetlere devam, sırada Unesco Dünya Mirası olan Kyomizu Tapınağı var. Burası geleneksel Budist Mabedi, ancak aynı alan içerisinde Shinto Tapınağı da var. Yani iki farklı inanç iç içe. Japonya da çoğunluk inandığı din veya inancın yanı sıra ayrıca Shinto inanç mabedine de gider ve Shinto geleneğine göre de dua eder. Burayı önemli kılan bir diğer konu da, Çöpçatan Tanrısı adına yapılmış Shinto mabedi, bu konuda yardıma ihtiyacı olanların ziyaret yeri, çoğunluğu hatun olan epey müşterisi de var..

Bize ilginç hatta komik gelebilir ancak bizim yatırları, türbeleri ziyaret edip zengin koca, ev, araba, iş gibi istek ve beklentilerimizden ne farkı var?…Bizim adet ve geleneklerimiz de başkalarına komik ve ilginç geliyor.

**

Kuzeye, yüksek dağlarda hala gelenekleri ile yaşayan otantik bir dağ köyü olan Shirakawago köyüne gidiyoruz. Öğlene doğru anca varabildik. Etrafta epey kar var, köyün girişi tepeleme kar yığını, belli ki birkaç gün önce sağlam kar yağmış. Yakın zamana kadar Japonya gibi bir yerde bu köy yolları senenin altı ayı kapalı oluyormuş, küresel ısınma nedeniyle son yıllarda kar yağışı azalmış ancak iki üç ay buralara ulaşım yok, dış dünyaya kapalı. Sazlardan yapılmış kalın dik çatılar hem içerdeki sıcaklığı muhafaza ediyor hem de karın çatıda birikmesini önlüyor. Köyde geleneksek şekilde muhafaza edilen 112 ev var, bu kadar ters, ulaşılması zor bir yer turist dolu. Böyle olunca neredeyse bütün dükkanlar turistik hediyelik eşya satıyor. Gerekli ziyaretlerinizi tamamlayıp buradan ayrılıyoruz. Buradan çıkıp, biraz daha sapa olan, daha az turist olan Ainokura köyüne gidiyoruz. Burası daha az kalabalık, daha rahat dolaşıyoruz. Bir cadde üzerinde sağlı sollu aynı şekilde sazlardan yapılmış dik çatılı evler. Elli altmış haneli küçük bir köy, girişte elimize hemen broşür tutuşturdular. Sokakta sigara içmek, yerlere çöp atmak, gürültü yapmak, izinsiz ev ve özel alanlara girmek yasak. Yerler tertemiz, bir çöp veya yanlış bir şey göremezsiniz. Bakar mısınız, Allah’ın dağında disiplin ve sisteme, Bütün bunlar eğitim ile ilgili davranışlar. Bölgede bu şekildeki köylerin hepsi Unesco Dünya Mirası listesinde koruma altına alınmış.

Dik yamaçlardan dolaşarak akşam konaklayacağımız Takayama şehrine geliyoruz. Hava soğuk ve çevrede kar var, geldiğimizden beri dört mevsimi yaşadık. Geleneksel Japon oteli, yer yatağı, ayaksız iskemleler falan. Akşam herkes odalarda bulunan kimonoları giyip yemeğe iniyor. Japon kılıklı Türkler.. Tipik yöresel yemekler ve geleneksel kıyafetler ile güzel bir akşam oldu.

**

Yolumuz uzun, kuzeye doğru çıkmaya devam. Unesco Dünya Mirası Fuji yanardağı; Japonya için çok önemli. Yüz bin yıldan beri aktif olma periyodu ortalama üç yüz yıl. Son olarak 311 yıl önce aktif hale gelmiş, ister misin biz gelmişken lav püskürtmeye başlasın, ölmez isek meşhur olduk demektir, yaşasın!! Hava çok rüzgarlı ve tipi yağıyor, bu nedenle Fuji dağını ilk çıkıştan itibaren kapatmışlar, yukarı çıkışa izin yok, belli ki yukarılarda ciddi kar fırtınası var yollar kapalı. Buraya kadar gelmişken ancak uzaktan bulutların arasından görebildik. Fuji, Japon kültüründe kutsal Ateş ve Dağ Tanrısı olarak kabul edilir. Üç önemli kavramı temsil eder, Samurayların ruhunu, ölümsüzlüğü, Dağ ve Ateş Tanrısını.  Burada herhangi bir şekilde ölürseniz Ateş Tanrısı sizi sonsuza kadar kollarında taşıyormuş. Aklınızda olsun..

Hava da giderek bozuyor, tekrar yola koyulduk ve akşam üzeri Tokyo’ya otelimize gelebildik. Birkaç gün buradayız.

**

1848 den itibaren Japonya’nın baş şehri olan, 1949 Çin devriminde kaçarak gelen Çinliler ile birlikte merkezde 8 milyon çevresi ile birlikte 30 milyon nüfusu olan dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri,Tokyo. Önce, Eto döneminde shogunların sarayı olan, sonraları bu günkü Japon imparatorunun yaşadığı saray. Çok büyük olmalı, yaklaşmaya bile izin yok. Bu günkü imparator Akihito, senede iki defa sarayın bahçesinden halkı selamlıyor, halk ile bütün yakınlığı bu, Aslında sembolik bir görev.

Ueno parkı içindeki National Museum da “Western Art” binasındayız. Binayı ünlü Fransız mimar Le Orbusier yapmış. Çok özgün bir dizayn, Burası, Tokyo da olan tek Unesco Dünya Mirası.

“Edo Tokyo Museum” görülmesi gereken yerlerden biri, Eko dönemi,1603 ve1868 yılları arası yani Tokyo başkent olmadan önce ki dönem. Büyük Eko İmparatorluk döneminde Tokugawa Shogu’nun yaşadığı yer. Müzede o döneme ait evler, sosyal hayat ve o donemin yaşamını anlatan tasvir ve resimler.

Sonrada, Tokyo büyük şehir belediye başkanlığının olduğu binanın 45. katından şehri seyrediyoruz. Görünen o ki belediye çalışıyor, sadece yandaşa değil herkese hizmet… aferin.  Sonrası buranın en meşhur caddesi Ginza da biraz dolaşıp üstüne kahve iyi geldi.

Bu gün de akşam oldu,.

**

Bu gün Nikko bölgesine gidiyoruz. Önce Nikko Kalesi. Burası, mükemmeli bulmak nirvanaya ulaşmak için shogunların meditasyon yaptıkları yer. Aferin shogunlara çok çalışmalar ama mükemmeli bulamadan gitmişler.

İkinci durak, Nikon volkan dağı, Chuzenji krater gölü ve bu gölden beslenen   Zen Budistler tarafından bulunan 160 metreden düşen Kegon Şelalesi.

Buranın en önemli yeri, Unesco Dünya Miras listesinde olan Nikko Mabetleri. Bu bölge 1600 lü yıllara kadar Togugawa Shogunları tarafından yönetilmiş ve 1617 yılında Toshogu Shogun tarafından mabetler yaptırılmış. Mezarı da buradadır.

**

Bugün son gün, eve dönüyoruz. Yolumuz üzerinde birkaç yere daha uğrayalım dedik. Önce Tsakusa Budist mabedi, kısa hikayesi; buraya gelip dua eder, ortada büyük kabın içinde yanan tütsüyü içine çekersen dertlere deva, hastalıklara şifa bulusun, Aklıma nedense Barış Manço’nun şarkısı geldi “yaz dostum…”. Dumanı derin çekip çok şifalanmak isteyen garibim, neredeyse derin öksürükten ölecekti. Sonrası, dünyanın en büyük balık pazarlarından biri, aslında balık hali demek daha doğru olacak. Dünyanın bütün denizlerinde çıkan her türlü mahlukat, balık burada mevcut, çok büyük bir yer. Ancak beklenti biraz farklı oldu galiba, benim görmek istediğim esas balıkların denizden geldiği ve toptan olarak satıldığı yer, oraya herkesi almıyorlar ancak özel izin ile girilebiliyormuş. Diğer taraflar her türlü balığın pişirilip ayak üstü servis yapıldığı yerler.

 

Japonya ile ilgili bir Ertuğrul gemisi hikayemiz vardır, son olarak kısaca bahsedersek;

  1. Abdülhamid, 1887 yılında Japonya İmparatorunun yeğeninin bir savaş gemisiyle İstanbul’u ziyaret etmesinin ardından Japonya’ya bir heyet gönderilerek iade-i
  2. ziyaret yapılmasını emretmişti. Bu ziyaret için İstanbul tersanelerinde yapılan Ertuğrul Fırkateyni, Abdülhamid in mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer kıymetli
  3. hediyelerini Japon İmparatoruna götürecekti. Geminin yaşlı ve bakımsız olması dile getirilerek sefere çıkamayacağı itirazları oluşur, ancak 79 metrelik firkateyn 609 kişilik mürettebatıyla Miralay Osman Bey komutasında 14 Temmuz 1889’da İstanbul’dan ayrılır. Üç ay sürmesi planlanan sefer arıza ve aksilikler sonucu 11 aylık uzun bir yolculuğa dönüşür, sonunda Tokyo’nun limanı Yokohama’ya varır. Getirdikleri nişan ve hediyeleri Japon İmparatoru Meiji’ye sunan Ertuğrul ekibi büyük ilgi görür ve üç ay sonra da Padişah için aldıkları hediyeler ile birlikte Yokohama’dan dönüş için yola çıkarlar.

16 Eylül 1890 günü rüzgâr gittikçe kuvvetlenir, akşama doğru şiddetli bir tayfun şeklini alır ve Japon ana adasının en güney noktası olan Oshima Adası’nın ucundaki Funagora kayalarına çarparak parçalanır, 540 kişi boğularak ölür. Kurtulan 69 asker ve subay Oshima halkının gayretleriyle tedavi edildikten sonra Hiyei ve Kongo gemileriyle İstanbul’a dönerler. İki ülkenin ilişkilerini geliştirmek amacıyla yola çıkmış olan Ertuğrul Fırkateyni, çok pahalıya mal olan Türk-Japon dostluğunun temel taşı olmuştur.

Kazada ölenlerin anısına Kushimoto’da bir Anıt yapılmıştır.

Farklı ülkelerdeki din ve inanç yapılanmasına ön yargısız analitik yaklaşım ile baktığınızda birinin kutsalı diğerine komik hatta çok saçma gelebiliyor. Kendi şapkamızı çıkartıp baktığımızda da bizde de komik davranışlar olabiliyor.

Dünyada 18 bini din kabul edilen toplamda 48 bin inanç ve mezhep gibi üst değerler olduğu kabul edilir. Doğduğunuz yere, yaşadığınız ortama bağlı olarak ve çoğunlukla sizin seçiminiz olmadan bunlardan birine inanır veya bağnazlık ölçüsünde tutkulu olabilirsiniz. Bütün din ve inançların tamamı iyilik, güzellikler ve insanlık değerleri üzerinedir. Ölüme, cennet ve cehenneme, sevap, günah ve çoğu yeniden dirilmeye inanır. Bu hedeflere, her biri farklı yollardan ve çoğunlukla da birbirlerine tahammül etmeden hatta ölümcül davranışlar sergileyerek ulaşmaya çalışırlar. Kendilerinin en iyi olduğunu anlatmak için savaşırlar, öldürürler, bunları da din adına yaptıkları iddia ederler.

Din adamları, yöneticiler bu işler için çok büyük paralar harcayarak mabetler yaptırırlar. İbadet şekilleri geliştirilir ve herkesin buna inanması istenir veya zorlanır. Bütün siyaset ve toplum yöneticileri de insanların bu açığından faydalanarak toplum üzerinde hakimiyet kurmaya çalışırlar.  Belki de insan beyninin ana işletim yazılımında (software) olan bir açık ve bu yazılım açığını fark edip araya girerek bunu çıkar ilişkisine çevirip büyük imkanlar sağlamak isteyenler.

Sonuç, dünyada giderek artan savaş ve vahşet, toplumlar da ayrışma yani din ve mezhep kavgaları, savaş oyunları hepsi büyük paralar ve çıkarlar uğruna. Din adına olunca hesap sormak da günah, Allah için öldürüyoruz ya!.. Bu işi yöneten gerek din adamları gerekse politikacılar çok iyi şartlarda yaşar ve çok iyi imkanları vardır. Çok yakın çevre ve durum vaziyetlere bakalım her şey ne kadar açık..

Sizce, on binlerce din ve inanç temsilcileri ve onları kontrol altında tutanların tamamının büyük paralara sahip olması tesadüf mü, yoksa Tanrının onlara bahşettiği lütuf yani ikramı mı!!!

Dönelim Japonya’ya, dünyadaki uzun ömür skalasının olduğu yer, ortalama ömür 90-95yıl. Okinawa adasında ise dünyamım en uzun yaşam skalası, ortalama 100 yaş ve üzeri. Hemen hesap yapmayın, oraya yerleşseniz dahi bundan sonra sizden bir şey olmaz.

Japonya, güzel, temiz, bakımlı, medeni, saygılı insanların yaşadığı ülke ancak deprem, tayfun, fırtına, tsunami gibi felaketler ile de her an karşılaşabileceğiniz bir yer.

İnanın, ükemiz insanları olarak medeniyet ve uygarlık yolunda biraz yol alabilsek, dünyada kimse elimize su dökemez. Bir gün mutlaka o noktada olacağız.

 

 

Sevgilerimle

Hayrettin Kağnıcı

Nisan 2018

error: iletişim : [email protected]