Midilli Adası
Midilli, Yunanca adı Lesvos Yunanistan’ın 3’üncü büyük adası. Yunanistan ana karasından çok Türkiye Ayvalık’a daha yakın.
Ayvalık’tan feribot ile adaya gidiş kolay. Ancak tatil veya içinde tatil olan günler hariç. Aşırı yoğunluk nedeni ile 09:00’da kalması gereken feribot iki saat gecikme ile kalktı. Sebep: Pasaport polisi yetersiz…
Neyse, hava güzel geziyi başlamadan bok etmeyelim diye hoşgörü içindeyiz. Sonunda hareket ettik iki sat sonra adaya yanaştık Kiraladığımız araç ile koyulduk yola. Araç Opel Korsa, hepimizin fiziksel boyutlarına bakılırsa bize iki numara küçük ama yapacak bir şey yok, başka araç kalmamış. Program, geceyi adanın güneybatısında Scala Erossou da geçirmek. Kıvrımlı dağ yollarından geçip, Gera körfezinin batı yakasından güneye Plomari şehrine geliyoruz. Niyetimiz biraz meyve takviyesi ile yola devam etmek. Daracık bir sokakta biri boş dört masa, hafiften Yunanca parçalar çalıyor, şöyle çaktırmadan masalara yan gözle baktık, mezeler gayet de güzel gibi duruyor. Son masayı bizim için ayırmışlardır inancı ile oturduk adı Sokaki olan restorana. Yan masalardan hemen hoş geldiniz karşılamaları. Türk olduğumuzu söyleyince yarı İngilizce yarı Türkçe başladı koyu sohbet. Samimiyet birden patladı. Karşılıklı ikramlar, facebookta arkadaş bile olduk. Lokantacı kadın da masamızda… Toplam süre iki saat. Hani suyun iki yakası derler ya.. Su mu çekiyor, kan mı, bilmem ama o nedir bu nasıl pişmiş derken yedik içtik. Daha yolun yarısı en az iki saat daha var otele. Hasretle öpüşüp ayrılıyoruz. Yola koyulduk, daha on dakika geçmeden, arkadan garip sesler gelmeye başladı, baktık ki hanımlar bu saatte uzo içince hemen uyku moduna geçmişler. Allahtan direksiyondaki arkadaş dayanıklı da dar kıvrımlı yollarda devam ediyoruz. Akşam üzeri Scala Erosou ya vasıl olabildik. Mayıs’ın ortası, sezon henüz tam olarak açılmamış, doluluk pek yok. Otele yerleştikten sonra çevremizi tanıyalım gezisi. Küçük ama şirin bir sahil kasabası gibi… Bu rotayı seçmemizin sebebi, buranın daha az bilinen yerlerden biri diye düşünmemiş. Marketlerde bazı dükkanların kapısında Türkçe yazılar, kahve için oturduğumuz yerde yan masalardan Türkçe konuşmalar. Buraları da istila etmeye başlamışız, yakında bir çok dükkan el değiştirebilir. Öğlen fazla yemişiz galiba, kimse “ne yiyoruz” gibi çok söylenen ifadeyi kullanmıyor. İlk günün yorgunluğu kahve sonrası otel, uyku düzeni…
Buraya gelmeden çalıştık bu adanın öyküsünü, popüler olan taraflarından biri dikkatimi çekmişti ama çok üstünde durmamıştım. Çevrede el ele yakın markaj vaziyetinde dolaşan hatunlar var. Yani eşcinsel hatunlar, hiç bu kadar çok ve aleni olarak rastlamamıştım… Midilli geçmişte filozofların, bilgelerin ve tanrıların yaşadığı yer olarak bilinir. MÖ 600’lu yıllarda ünlü Yunan kadın şair Sappho da burada yaşamış. Yazdığı lirik şiirleri özellikle kadınlara ithaf etmesi, sadece genç kızların kabul edildiği yurtlar açması ve kadınlara düşkünlüğü ile bilinen Sappho’nun yaşam şekli, kadın kadına aşk yaşayanlara, Sappho’nun yaşadığı yer olan Lesboslu anlamına gelen ”lesbian” denmeye başlamış ve bu kelime devam etmiş gelmiş. Ciddi işler oluyor, lezboş ablalar senenin bazı günlerinde festivaller, törenler, yürüyüşler falan yapılıyormuş. Bizim de kaldığımız otelin adı Sappho, İster misin burada başımıza bir iş gelsin…Herkesin kendi tercihi kime ne… Herkes kendi arka bahçesinde yaşar..
***
Sabah keyifli kahvaltı, program Kalloni’ye gidip adanın orta bölgesini dolaşmak. Yol hesaplanandan fazla uzadı, yolu karıştırdık galiba derken kendimizi Petra’da bulduk. Aslında bu güzergâhı bir sonraki gün yapacaktık. Petra güzel şirin bir sahil kasabası. Biraz çevreye bakınca yüksek kayanın üzerine kurulmuş Meryem Ana Kilse si dikkatinizi çekiyor. Tepesine kadar tırmandık, Bazilika tarzında inşa edilmiş, harika ahşap işçiliklerin ve kutsal su veren kuyusu ile güzel bir kilise. Mum diktik, dua ettik tamamdır. Buradan Molivos’a geçiyoruz. Adanın en bilinen yerlerinden, sahili denizi ile tam turistik bir yer. Aslında adanın kuzey bölgesi daha turistik ve daha kazık diğer yerlere göre. Molivos da adanın en kuzeyi, eğlence hareket bereket sevenler için gidilmesi gereken yer. Her keseye göre yapacak bir şeyler var. Çok yiyoruz,öğlen yemeklerini yemeyelim pas geçelim diye konuştuk, Aaa bu neymiş, aynı puf böreği gibi, çok değil birer tane tadına bakalım canım, bir şey olmaz… “Aa bu da ne” diye yediklerimiz bir öğünden fazla. Ama öğlen yemek yememeye kararlıyız!..
Vakit ikindi, üşenmedik adanın en batı ucunda Sigri ye gidiyoruz. Turistik olmayan, az nüfuslu tam balıkçı şehri. Park yeri ararken sahilde köşede bir restoranı gözümüze kestirdik. Böyle bir yerde mutlaka balık yenmeli. Tek sıra halinde geldik restorana, ilk algı sanki doğru yerdeyiz. Boğazına düşkün olanlar bilir, ahtapotun 8 kolu vardır ve genelde bunlar yenir. Bizde, önce biraz dövülerek yumuşatılır sonra haşlanır, ondan sonra ızgara veya nasıl olacak ise öyle pişirilir. Burada hayvanın kolları kesilip güneşte kurutuluyor sonra pişirme işlemi. Hani laf aramızda bizim usul de güzel oluyor hele doğru marine edilip ızgara yapılırsa vay anam vay.. Hafif bir ön sohbet sonrası doğru mutfağa bakalım neler oluyor. Harika barbunya balığı günlük gibi, önce güneşte kurutulmuş sonra ızgara yapılmış ahtapot bacağı, kalamar değişik bir midye pilaki ve diğerleri… Dört kişi sekiz kişilik balık yedik. Açgözlülük mü edepsizlik mi bilmem ama sağlam yedik doğrusu… Sahipleri de Ayvalık’tan gelmişler. Duvarda bir sürü fotoğraflar, bazıları Türkiye den manzaralar. Hatta bir de cami fotoğrafı var sorduk tam olarak neresidir nedendir anlaşılmadı ama belli ki özlem var. Bu sohbetlerin faydası, yemek sonrası genelde tatlı veya kahveler ikram oluyor. Bizde bunları ödeyelim, yemekler ikram olsun diyoruz ama kabul eden olamadı şimdiye kadar. Gerçekten güzel yer, bu taraflara yolu düşenler için, Sigri de balık yemek şart olmalı.
Karnımız doydu vakit akşamüzeri. Ortalık kızarmaya başladı, güneş de artık günün son yolculuna çıkıyor, ardında ufukta muhteşem kızarıklık bırakarak seyrediyoruz, yolcu ediyoruz tam olarak batana kadar. Sessizlik ve hüzün ama her şey güzel. Tanrım bir kere daha teşekkürler sana.
***
Otelimiz denize sıfır, sahilde hafif dalga sesleri arasında keyifli bir kahvaltı. Yıllardır beraber olduğumuz eski dostlarınızla ne çok şey varmış konuşacak. Sonunda yola çıkabildik. Öğlen gibi Kalloni de bir kahve molası. Kalloni şehri, Kalloni körfezinin kuzeyinde adanın önemli yerleşim yerlerinden biri. Adanın en güzel liman ve sahil restoranlarının olduğu yerlerden. Buralarda keyifli yemekler yenebilir. Çevreyi dolaşıp hediyelik eşya satan mağazaların gerekli teftişlerini yaptıktan sonra yola devam.
Olimpos dağının yamacına kurulmuş Ayasos şehri, ismini adanın önemli yapıtlarından olan 9, yüzyılda inşa edilmiş bazı mucizevi değerleri olduğuna inanılan Ayasos Manastırından almış. Ahşap ve seramik işçiliğin geleneksel olduğu burada, manastır çevresindeki keyifli kahveler ve restoranlar da buranın görülmesi yerlerinden.
Yol bizi Plomari’ye getirdi, sanki farkında olmadan! Yunanistan’ın en bilinen uzo fabrikası burada… Kuruluş tarihi 1860. Uzo esasta bizim rakıya çok benzerliği olan bir içki. Rakı bilindiği gibi şeker ve üzümün fermantasyonu ile oluşan etil alkol ve anason katkısı ile elde edilir. Uzo fabrikasını geziyoruz, yetkili bizim Türk olduğumuzu anlayınca, bizi sağlam rakıcı zannedip detaylara girmeye başladı. Türkiye de hangi markalar var, onlar hakkında bilgiler, cumhurbaşkanımız bu konulara nasıl bakıyor bütün durum vaziyetlere gayet hakim maşallah. Rakıda temel farklardan biri, şeker pancarı fermantasyonundan elde edilen etil alkol, kendi yetiştirdikleri özel anasonun yanı sıra rezene, karanfil, tarçın gibi bazı baharatların ilave olması. Bu bölgede yer altı suları çok kaliteli, yani kullanılan su çok önemli ayrıca uzun bir dinlendirme periyodu sonrasında kullanıyorlar. Sonunsa uzo nasıl yapılır öğrendik, bir gün yapar mıyım bilmem. Gelelim esas konuya, rakı veya uzo nasıl içilir. Ben iyi bir rakıcı değilim, bu nedenle ahkâm kesecek değilim, ancak bu mereti doğru içmiyoruz veya çoğunluk doğru içmiyor galiba. Ne yapıyoruz, rakıyı koyduk, üzerine buz veya tersi önce buz sonra rakı ilave…Olmadı hocam. Rakı veya uzo önce doğrudan buz ile temas ederse, ani soğuma sonucu kristalleşme oluyor, bu kristal yapısı, içkinin içindeki bütün aromayı sıkıştırıyor, bağlıyor sadece alkol serbest kalıyor. Yani biz bu durumda aroması az alkol yoğun olarak içiyoruz. Ne oldu zıkkım gibi bir şey. Peki nasıl olacak, rakı önce su ile tam olarak karıştıktan sonra soğutmak için bir veya iki küp buz. Yahu, ben içersem sek içerim delikanlıyım diyorsanız, kadehi dışarıdan soğutacaksınız. Meraklıları bilir, hani Antep yöresinde vardır ehlikeyf kadehler. Kadehin etrafına buz gelecek şekilde tasarlanmış bardak kılıfları. Peki yanında ne olmalı meze olarak. Beyaz peynir kavun, Beyaz peynir tamam da kavun olmadı işte. Şeker ile fermente olmuş içkiler, şeker, glikoz ihtiva eden yiyecekler ile yenmemeli. Neden, beraber alındığında midede şeker ile reaksiyona giren alkol hızlı bir şekilde kana karışıyor. İkinci kadehte, “heyyyt var mı bana yan bakan”.. haa, bu keyfi Kumkapı meyhanelerinde yaparsanız, son olarak birde atom dedikleri meyve üzerine ceviz bal kaymak tatlı gelir.. iki kaşıkta ondan aldın mı işte şimdi tamam..” heyyyt var mı ulan bana yan bakan “ işte gece bok oldu.. Bütün bunları ukalalık olsun diye değil, yeni öğrendim diye paylaştım. Ben her akşam bi tek atmadan uyuyamam diyen abiler bunları bilir!.Uzo içindeki baharatlar ile içimi rahat, yumuşak, rakı daha tok içimli, aslan sütü olduğunu anlarsınız. Bu tür içkiler genelde küçük kadehler ile içimi daha keyifli.. Eski rakıcılar genelde bu zıkkımı küçük kadehler veya ince belli kadehler de içerlerdi. Farklılık yaratmak için şarap kadehinde içen ağabeylere de saygımız sonsuz. Kavunsuz da rakı zor olacak gibi ya bakalım artık.. Neyse konuyu fazla uzatmayalım, herkes kafasına göre içsin.
Fabrika gezisi tamamlandı, son olarak fabrika fiyatına yeterince stok aldık, bitmeden gelen dostlarla zevkle paylaşacağız.
Akşam oldu, elimizde daha önce denenmiş bir yerin adresi var. Hepimiz gırtlağına düşkün olunca yemekler ritüel haline dönüşüyor. Sonunda aradığımız yeri bulduk, önünden on defa geçsen fark etmezsin. Son derece salaş bir yer. Selamlaştık ama adam son derece aksi birisi. Laf aramızda karısı da çok farklı değil. Yemekler, mezeler felaket lezzetli. Kendileri pişiriyorlar kendileri servis yapıyorlar. İstanbul’dan falan deyince adam biraz yumuşadı sanki, hatta güler gibi bile oldu. Barbunya balığı zamanı, neredeyse her akşam barbunya, güneşte kurutulmuş ahtapot ayağı, kalamar, midye.. Balıkları ve mezeleri Barbayanni uzo eşliğinde sonsuzluğa yolcu ettik. Yan masalarda bir gurup buranın insanı sohbet edip eğleniyor. Selam verip çıkarken başladı hafiften sohbet. Buralarda kiminle konuşsanız çoğunun kökeni Türkiye… Genelde Ege’den gelenlerin çocukları… Şarkılar, türküler ezgiler aynı, yemekler benzer, bir sürü ortak kelime.. Böyle olunca hafiften duygulanmalar oluyor. Gece, düşünüyorum da insanın yıllarca yaşadığı köklendiği topraklardan ayrılmak zorunda kalması nasıl bir duygudur, nasıl bir travmadır.. İnsani olarak bakıldığında zor bir soru ..Kim bilir herkesin ne hikayeleri vardır.
Bizim buralarla bağlarımız epey var.1462 yılında Fatih Sulatan Mehmet burayı Osmanlı topraklarına katmış, 1462 de adını aldığım adaşım Barbaros Hayrettin burada doğmuş. Ada 1941 yılında Hitler tarafından işgal edilince, halkın çoğu Türkiye ye kaçmış. Sonraları bunların bir kısmı kendi isteği ile bir kısmı mübadele programı ile geri gelmiş, bir kısmı Giritli ise Türkiye kalmışlar. Milattan önceki dönemlerde filozofların ve şairlerin yaşadığı, düşün yaşamının canlı olduğu yermiş. Türkiye de yıllık zeytinyağı rekoltesi 350 bin ton iken burada 50 bin ton/yıl zeytinyağı üretimi olmaktadır.
***
Bu gün dönüş hazırlıkları. Aksam feribotu ile Midilli’den Ayvalık’a memlekete dönüş yapacağız. Ara yollardan köylerin içinden geçerek Midilliye geldik. Kiralık arabamızın teslim işlemleri tamam, sıra geldi Midilliyi dolaşmaya. Midilli şehri, Midilli adasının merkezi ve en önemli yerleşim bölgesi. Adaya ulaşım genelde buradan oluyor. Güneş tepede ortalıkta fazla dolaşmamak lazım. Buranın en önemli caddesi Ernou da yürüyoruz. Bu gün bonkörlük yaptık, hanımlara açık çek, istediğiniz kadar alışveriş yapabilirsiniz dedik. Arada bir böyle olmak lazım canım.. Laf aramızda Yunanistan’ın bu tarafını çok seviyorum. Restoranlar hariç her yer 14,00 ila 18,00 arası kapalı. Ne yapalım kısmet değilmiş.. Gerçekten, Yunanistan ve bağlı adalarda, hatta bazı diğer Akdeniz ülkelerinde, öğleden sonra hava sıcak oluyor diye her yer kapalı, çalışmıyorlar. Siesta. Oh ne ala, yarım gün çalış tamamdır. Fazla gürültü yapmayalım insanlar uyuyorlar rahatsız etmeyelim! Yolun sonuna denize doğru yürüyoruz sanki tesadüfmüş gibi… Gideceğimiz yer belli Aslında. Geldik yolun sonunda Ermiş (ermsh) restorana. Buralara gelenler veya boğazına düşkün olanlar bilir, adanın en güzel restoranlarından. 1800 yılında İzmir Aliağa’dan gelen Georgios Spamoudakis tarafından kurulmuş. Bu gün üçüncü nesil hanımlardan biri tarafından işletiliyor. Menüye göz atıyoruz yarısı ortak kelimeler. Garson da konuşmayı seviyor. Biraz bizim ilavelerimizle onun tavsiye ettiklerini söyledik. İçi peynirli kabak çiçeği dolması, soslu patlıcan kızartma, hafif ılık fava, cacık önden gelen mezeler. Sonra ızgara sardalya balığı, meretler de hafif yağlanmışlar tam zamanı. Arkasından şarap sosunda ahtapot bacağı… Biraz yemeyi severim ama ilk defa böyle bir ahtapot yedim, anlattığına göre farklı marine edilmiş, çok yumuşak olmuş damağınızda eziliyor gibi. Birde kalamar ızgara, yanında uzo… Nasıl içileceğini öğrendik artık ..aman da aman, tanrım beni baştan yarat…Öğleden sonra saat dört.. Bu saatlerde bu muhabbet pek alışık olduğumuz durum değil, burası bizi biraz bozdu galiba. Dönünce toplanırız. Kahveler geldi, arkadan Türkçe sesler geliyor. Başladı muhabbet, neredeyse akraba çıkacağız, bir sürü ortak dostların kulaklarını çınlattık… Akşam 7 de kalkacak feribot için vakit dolduruyoruz..
Artık yola koyulma zamanı. Son olarak buranın yerel peynirlerinden bir miktar alıp yola koyulduk.
Ayvalık, ne olursa olsun gene de canım memleketim… Nereden olursa olsun, her defasında vatana dönüş ayrı bir heyecan verir, hafif duygulanma gibi bir şey.
HAYRETTİN KAĞNICI
Mayıs 2015