Yunanistan
KUZEY YUNANİSTAN
Yunanistan’a karayolu ile girince farklı bir ülkeye geldiğinizi anlamıyorsunuz. Gümülcine’de camiler, saat kulesi gibi tarihi eserleri görüp, Kavala’ya kadar geldik. Detaylar kısmını dönüş yolculuğuna bırakıp hafif bir çarşı turu attıktan sonra Drama’ya ulaştık. ”Drama Köprüsü bre Hasan, dardır geçilmez“ diye başlayan, çok bilinen Balkan türküsündeki o köprüyü merak ettik, “Bakalım nasılmış” diye… Aradık, ama köprü burada değil! Bir rivayete göre şehrin biraz dışında ama yıkılmış; geriye de pek bir şey kalmamış… Olsun, biz de oradaki dar bir köprüden geçip, Ruhi Su’nun etkileyici sesinden o güzel türküyü birkaç defa dinledik. Havasından mı, suyundan mı bilmem ama damardan çok etkilendik. Yakın geçmişte, şehrin içme suyunu sağlayan geniş su kaynağından soğuk suyu içip Serez’e kadar geldik. 1800’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun eyaleti olan Yunanistan’dayız. Değişen bir şey yok. Türkiye’de Ege kıyılarında geziyor gibiyiz her yerde Türkçe konuşan insanlar; yabancı yer değil, komşuya geldik. Sadece alfabe değişik.
Bölgede Karamanlılar çoğunlukta: 11. Yüzyıl başlarında Orta Anadolu’ya gelen Uz ve Peçenek Türkleri, yoğun olarak Karaman Bölgesine yerleşmişlerdir. Putperestlikten Hıristiyanlığa geçen ve ana dilleri Türkçe olan bu kabile, o tarihten beri “Karamanlılar” diye anılmıştır. Rumca bilmeyen ve sadece Hıristiyan oldukları için 1924 yılında Lozan Antlaşması ile Yunanistan’a gönderilen Karamanlılar, burada halen Türkçe konuşup, geleneklerini korumuşlar. Yunan alfabesi ile Türkçe olarak yazıyor ve halen Türkçe isimler kullanıyorlar… Yani yazı, Yunan alfabesiyle ama Türkçe yazılmış. Yunanlı okuyor, anlamıyor; Türk okumaya çalışıyor, okuyamıyor. Burada gündemde olan önemli konular biri de: Mübadelede buraya gelmek zorunda kalan insanlar ve bunlardan bazılarının tersine tekrar göçleri… Geçmişte yapılan bu anlaşma ne kadar doğru olmuş acaba? Neyse, yarayı deşmeyelim … Yola devam…
Geceyi Serez’de geçirdik. Bayram sabahı, heyecan içinde bayramlaşıp öpüştükten sonra şehir turu gerçekleştirdik. Burası Osmanlı’nın ikinci büyük şehri… Zincirli Cami, çeşmeler, bedesten gibi tarih kokan yerler… Bedesten, geçmiş dönemlerde önemli ticaretlerin yapıldığı yerdir. Kervanların uğrak yeri, esas alışveriş buralarda dönüyor. Aslı, Farsça “Bazastan” olup, zamanla bedesten olarak dilimize yerleşmiş; bez, kumaş satılan yer anlamındadır. Eski dönemlerde kumaş en önemli ticari mallardan biriydi. Bütün kıymetli mallar burada bulunurdu. Bu nedenle bedesten olarak inşa edilen yapılar, kalın duvarlı en sağlam güvenli yapılardır. Serez’deki en önemli konulardan biri de Şeyh Bedrettin’dir. Kendisi 15. Yüzyılda yaşamış, Osmanlı Devleti’nde (Bilg. 1420’li yıllarda Osmanlı Beylik değil, devletti) da kazaskerlik ( Bugünkü Yargıtay Başkanı ) görevlerinde bulunmuş ve bugünkü çağdaş sosyalizme benzer uygulamaları benimsemiş Müslüman filozof kimliği olan değerli bir düşünür. “Şeyh Bedrettin Destanı” olarak bilinen yazıtta ortak paylaşımdan yana olduğunu “Yarin yanağından başka her şey müşterek olabilir“ sözleri ile açıklamıştır. Şeyh Bedrettin isyanı diye bilinen, dini ve siyasi ayaklanmada Musa Çelebi’ye verdiği destek nedeni ile 1420 yılında Serez de asılarak öldürülmüştür. Serez’i dolaşıyoruz. Koca çınarın tam alnında kocaman bir yazı Osmanlı’nın idam ettiği insanlardan bahsediyor. Geliştirilmek istenen dostluk böyle mi olur! Yeni nesillere mesaj bu mudur! Barış tohumları böyle mi atılır!
Sabah erkenden, Serez’den Yenice Vardar Ovası’na, sonra Karaferya’da Çifte Hamam, Cuma Camii, Medrese Camii ziyaretleri sonrası, Selanik’e doğru yola devam ediyoruz. Vergina Bölgesinde Aıgaı Tümülüslerine geldik. 1977 yılında yapılan kazılar sonucu bazı mezarlara rastlanmış ve yapılan çalışmalar sonucu bunların, Büyük İskender’in (Megas Aleksandros) babası II. Filip, oğlu IV. Alexander ve eşlerine ait olduğu anlaşılmış. Birçok kişisel malzemelerin yanı sıra çok değerli eşyalar da bulunan bu mezarlar, müze haline getirilmiş. Unesco Dünya Mirası listesinde olan mezarlar ve eşyalar, gerçekten muhteşem; mutlaka görülmesi gereken yerlerden… Yol üzerindeki ayazmalar, kiliseler, tarihi eserleri atlamadan ziyaret ediyoruz. Hafif bir yemek molasından sonra uğradığımız en önemli yerlerden biri: Unesco Dünya Mirası listesinde olan Meteora Manastırları… Bunlar, 10. Yüzyılda yapımı başlayan Selanik’teki ilk Hıristiyan kiliseleri ve Bizans yapılarıdır. Son derece dik ve yüksek kayaların tepesine kurulmuş.. Oralara tırmanmak bile çok zor gibi. O kadar malzeme nasıl taşınmış yüzlerce yıl önce, yüzlerce metre yüksekliğe, anlamak zor. Böyle bir manastırın yapımı herhalde yüzlerce yıl sürmüştür. Biz, araçlar ile mümkün olan en yakın yere kadar geldikten sonra, yüzlerce basamakla bir vadiye inip, tekrar yüzlerce basamak ile manastıra tırmandık… Elbette kolay olmadı. Bu zorlanmanın bir gün inanç katında değer bulacağı inancındayım.. Hıristiyanlık gibi Budizm gibi bazı din ve inançlar mabetlerini ulaşılması zor olan yüksek yerlere yapmışlardır. Müslümanlar, Yahudiler ise mabet yapımı için cemaatin daha rahat ulaşacağı yerleri tercih etmişler. Bir açıklaması olmalı, temel mantık nedir, bilemedim…
Selanik metropolisini, (Ortadoks Hıristiyanlıkta metropolis, metropolit denen dinî liderin sorumlu olduğu bölge) yani buradaki en büyük kiliseyi ziyaret ettikten sonra, doğru otele… Bu akşam önemli, Yunanlı komşularımız geceleri neler yapar, nasıl eğlenirler diye merak ediyoruz. Biz de gecelere akalım dedik, gittik bir tavernaya… Çoğunluğu Türk hemşerilerimiz, çok güzel eğleniyorlar doğrusu… Bazı arkadaşlarımız konferans dinler gibi, masadan kalkmadı. Bazıları ise gecenin mana ve ehemmiyetinin farkına vardılar.
***
Bugün hava hafif yağmurlu, mademki öyle, biz de Selanik’i yürüyerek dolaşalım dedik. Yarım günden fazla buradayız. Osmanlı’ya devam, çevremizde han, hamam, külliye ziyaretleri tamam. Bir kahve molasından sonra, çevredeki bazı eserler ile birlikte Unesco Dünya Mirası listesinde bulunan Ayasofya’ya geldik. Gerçekten çok güzel ve tarih için önemli. Buraya ait bütün detaylar ve tarih hepsi anlatıldı. Tabii bir kısmı akılda bir kısmı havada kaldı…
Sonunda en önemli yere geldik: Atatürk’ün doğduğu ev. Daha önce geldiğimde içinde eşyalar vardı, şimdi hepsi gitmiş. En yetkiliye sorduk, cevap: “Onlar Türkiye’den gelmişti zaten, Ata’nın eşyaları değildi, iade edildi.“ Doğru olduğuna inanmak istiyorum. Şimdi duvarlar, Atatürk’ün resimleri, anıları, slayt gösterileri… Eski hali bence daha etkileyiciydi. Yine de orada etkilenmemek mümkün değil. Gerçek bir duygu yoğunluğu: yaptıklarının değerinin, halen anlaşılamamış olmasının mahcubiyetini taşıyorum. 100 yıl öteye taşıdığın bizler, şimdi geri gelmekteyiz. Utancımız çok büyük ATAM. Hiçbir zaman umudumuzu yitirmedik,”Mamur ve müreffeh Türkiye” yolundaki gecikmemizi mutlaka telafi edeceğiz
Kavala’ya doğru yola çıkıyoruz, yolumuz uzun. Yolda Anfipolis şehrinde büyük aslan heykelinden sonra, bir müze gördük ama kapalı. Uzun uğraşlar sonucu bize özel açtırdık, gezdik. M.Ö. 500’den kalma, çok değerli eserler var. Adamlar o tarihlerde çok ciddi oymalı-kakmalı işler, önemli eserler yapmışlar. O tarihte hangi el aleti ile bu işleri yapmışlar; bu işlemeleri yapan takımları, aletleri hangi yöntem ile nasıl yapmışlar, anlaması zor gibi… Çok önemli eserler olduğunu düşünüyorum. Hatırlarsanız, Türkiye’de Göbekli Tepe’de bulunan eseler de bilinen tarihi değiştirmişti.
Geldik Kavala’ya… Tipik sahil şehri, çok güzel. Önce tırmandık kaleye doğru, yolda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evini, yaşadığı yeri ziyaret ettik. Bakımsız, kendi halinde, derdini anlatmaya çalışıyor gibi.. Hafif bir tarih hatırlatması ile saygıyla andık. Pargalı İbrahim Paşa Camii ve Kanuni döneminden kalma su kemerlerinden sonra dik yokuştan tırmanarak kaleye gelebildik. Kavala’ya tepeden baktık, ne güzel şehir… Akşam güzel balık sofrası, keyifli kahve sohbeti ile gün çabuk bitti. Neredeyse çoğunluk Türkçe konuşuyor, kulağınıza her yerde Türkçe konuşanlar takılıyor. Yerli olan da var, turist olarak gelende… Kulak misafiri olursanız memleket haberleri alırsınız.
Burada ekonomik kriz kendini ciddi hissettirmiş; yol boyu kapanmış yıkılmış fabrikalar, terk edilmiş iş yerleri var. Sanayide ve tarımda sıkıntı açıkça belli oluyor.
Yunanistan’da Türk cemaat, halen müftülükler ile idare ediliyor. Evlenme-boşanma gibi sosyal konular, ticari borç-alacak gibi davalar halen; Osmanlı’daki “Kadı sistemi” gibi Müftünün vereceği kararla sonuçlanıyor. Hıristiyan cemaat için de durum farklı değil… Bazıları dakadınların giremediği, sadece keşişlerin yaşadığı manastırlar ki bunlar ulaşılması çok zor olan yerlerde inşa edilmiş, kendi içinde yargılama sistemi olan, kapalı toplum olarak komün hayatı yaşayan din adamları…Avrupa Birliği’nin önemli üyesi ama dini değerler ile yönetilen topluluklar… Ne denir, bilemedim doğrusu…
Yunanistan’a gitmek denince, aklımıza deniz, balık, eğlence gelir. Burada gerçekten derin bir tarih ve mitoloji var. 500 yıllık Osmanlı yerleşim yerleri, Mimar Sinan eserleri, Osmanlı’nın kokusu, dokusu açıkça belli oluyor. Restorasyon adı altında yok edilmek istenen eserler, minaresi yıkılmış camiler. silinmek istenen tarih izleri… İnsanların acı tatlı hikayeleri; kısaca şiirlere, türkülere, efsanelere konu olan komşu Yunanistan’la farkımız yok gibi…
Bu gezi ile ilgili fotoğraflara;
http://hayrettin.smugmug.com/Travel/Yunanistan/45271414_r2ndDM#!i=3646852599&k=Kbqwpdh sitesinden ulaşabilirsiniz
Sevgilerimle
Hayrettin Kağnıcı
www.hayrettinkagnici.com
Ekim 2014