Özbekistan 2021
ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ
Özbekistan’ın coğrafi durumunu yani haritadaki yerini biliyoruz ama gene de küçük bir hatırlatma ile başlayalım; Kuzeyde Kazakistan, kuzeydoğuda Kırgızistan, güneydoğuda Tacikistan, güneyde Afganistan ve güneybatıda Türkmenistan ile komşu olan yedi bağımsız Türk devletinden biridir.
Resmi dili Türk dillerinden Uygur grubuna ait Özbekçedir ve nüfusun %74’ü bu dili konuşur. 2002 yılından itibaren Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçilmiş ancak Kiril alfabesi de yaygın olarak kullanılmaktadır. Nüfusun büyük çoğunluğu Rusça bilir ve konuşur.
449 bin km2 yüz ölçümlü, 35 milyon nüfuslu Orta Asya’nın önemli ülkelerinden Özbekistan’ın başkenti Taşkent, 2000 yılından itibaren büyük bir değişime uğramış, başta Türk firmaları olmak üzere pek çok firma büyük yatırımlar yapmışlardır. Çok katlı binalar, alışveriş merkezleri, yeni konutları ile 2 milyon nüfuslu modern şehir durumundadır. Taşkent, parkları, müzeleri, binaları ile hızla değişen ve gelişen büyük bir şehir halini almış, yeni binaların inşası sürerken, şehrin tarihi görüntüsünün korunmasına da önem verilmektedir.
Lihtenştayn ile birlikte dünyada denize kıyısı olmayan ülkelere sınır komşusu olan iki ülkeden biridir. Özbekistan nüfusunun %88’i Müslüman, %9’u ise Ortodoks’tur.
**
Özbekistan’a, Tacikistan tarafındaki sınır kapısından giriyoruz. Buraya en yakın, tarihi İpek Yolu’nun önemli kavşaklarından, Özbekistan’ın 1 milyon nüfuslu, önemli tarihi kenti Semerkant’a gidiyoruz.
Semerkant şehri; Özbekistan’ın 12 vilayetinden biri olan Semerkant vilayetinin idari merkezidir ayrıca Zerefşan Nehri Vadisi’nde, nüfus açısından en büyük ikinci, tarihi ve sosyo-kültürel açıdan da en önemli şehridir. 2500 sene öncesine dayanan tarihiyle dünyanın en eski şehirleri arasında yer alan Semerkant, İpek Yolu’nun önemli kavşak noktası olması nedeniyle tarih boyunca siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli bir yerleşim yeri olmuş, bu nedenle de birçok çatışmalara sahne olmuştur.
MÖ 329’da Büyük İskender tarafından ele geçirilen şehir, Helenistik dönemde gelişmeye devam etti. 711’de Müslüman Araplar tarafından fethedildikten sonra İslam medeniyetinin önemli şehirlerinden biri haline geldi. İslam coğrafyacılarının yanı sıra doğulu ve batılı seyyahlar tarafından da İslâm’ın kubbesi ve dünya cennetlerinin en önde geleni şeklinde tanımlandı.
Semerkant’a muazzam görünümünü veren tarihi yapıların bulunduğu Registan Meydanı bugünkü şeklini 17. yüzyılda, Buhara Hanlığı döneminde almıştır. 1924 yılında kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti oldu. Semerkant’ın önemli tarihi mirası Registan Meydanı, her şeyi ile görülmeye değer yerlerdendir.
2001 yılında Unesco Dünya Miras Alanları Listesi’ne eklenmiştir.
**
Önce, Timur’un mozolesine, anıt mezarına gidiyoruz.
Timur Malik Mozolesi; Tarihte önemli komutanlardan biri olan Timur, Özbekistan’ın milli kahramanlarındandır. Babası Moğol, annesi Türk olarak bilinen Timur, genelde Özbek olarak bilinir. Savaşta ayağından yaralanıp aksak yürüdüğü için “Aksak Timur” olarak geçer ancak bu ifade burada pek sevilmez, hafif aşağılanma olarak kabul edilir ve “Amir Timur”, “Timur Malik” veya “Emir Timur” olarak anılır.
Timur’un veliaht tayin ettiği torunu Muhammed Sultan Mirza tarafından 1399 yılında başlatılan yapının inşası, Muhammed Sultan Mirza’nın ölümünün ardından Timur tarafından 1404 yılında tamamlanmıştır. Tamamlandıktan kısa bir süre sonra, 18 Şubat 1405’te ölen Timur bu yapıya defnedilmiştir. Bu tarihten sonra külliye Gur-i Emir adıyla anılmıştır. “Gur-i Amir”, Farsça “Kralın Mezarı” anlamındadır.
Masmavi kubbeli bu mimari kompleks, Timur soyunun aile kabristanı haline gelmiş ve hanedan üyelerinin önemli üyeleri bu türbeye defnedilmiştir. Türbede Timur’un torunlarından Muhammed Sultan Mirza, Pir Muhammed Mirza, Uluğ Bey ve Timur’un oğullarından Miranşah Mirza ve Şahruh Mirza defnedilmiştir. Türbede hanedandan olmayan tek kişi ise Timur’un hocası olan Seyyid Bereke’dir.
Amir Timur; Özbekistan’ın unutulmaz milli kahramanıdır. 1336 tarihinde Özbekistan’ın Keş şehrinde doğan, Orta Asya coğrafyasının en önemli askeri ve siyasi dehalarından biri olarak kabul edilen Moğol asıllı Timur, sağ ayağı aksak şekilde yürüdüğü için Farsça “Timurlenk” Türkçe olarak ise “Aksak Timur” olarak bilinir.
Timur İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk hükümdarı olan Amir Timur, 1370’ten itibaren düzenlediği seferlerle günümüzdeki Orta Asya, Rusya, İran, Hindistan, Afganistan, Kafkasya, Orta Doğu ve Anadolu’nun büyük bir bölümünü ele geçirmiştir.
Timur’un düşüncesi, Cengiz Han’ın ölümünden sonra parçalanan ve onun torunları tarafından kurulan Çağatay Hanlığı, İlhanlılar ve Altın Orda Devleti Hanı Toktamış kalıntıları üzerinde kurulan Cengiz İmparatorluğu’nu tek bir siyasi çatı altında yeniden ayağa kaldırmaktı. Seferleri de bu düşüncesini doğrular niteliktedir ve saltanatının sonuna doğru bunu büyük ölçüde başarmıştır. Önce yeniden birleştirdiği Çağatay ulusunun başına geçti. Ardından batıda Hülagû Han topraklarını kendi hükümdarlığına kattıktan sonra kuzeye yönelip, Altın Orda Hanlığı üzerinde egemenlik sağladı. Ancak 1405 yılında Çin’i fethetmek üzere düzenlediği seferde yolda hastalanarak vefat etti. Timur, hayatı boyunca Cengiz Han’ı örnek almış, onun yasalarına çok önem vermişti. Cengiz Han soyundan Kazan Han’ın kızı Saray Mülk Hanım’ı nikâhına alarak Moğolca damat anlamına gelen Küregen lakabını taşımaya hak kazanmıştır. Cengiz Han’ın soyundan gelmediği için “Han” unvanı yerine “Emir” unvanını kullanmıştır.
Timur, bir yandan Cengiz yasasının uygulayıcısı olurken diğer taraftan kendine İslam’ın Kılıcı yakıştırması ile fetihlerini meşrulaştırmak amacıyla İslami semboller kullanmıştır. 1398’de Hindistan’da Delhi Sultanlığı, 1401’de Suriye’de Memluk Devleti ve 1402’de Ankara Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı kazandığı zaferlerden sonra İslam dünyasındaki en büyük güç konumuna gelmişti.
Registan Meydanı, Semerkant’ın en önemli yelerindem.
Registan Meydanı; Registan, Orta Asya Türk İslam mimarisinin nadir örneklerinden biridir. XV. asırda Emir Timur’un torunu Uluğ Bey tarafından yaptırılan muhteşem renkli mozaikler ile kaplanmış üç ayrı medresenin bir arada bulunduğu meydan, Semerkant’ın merkezindedir.
Registan Meydanı üç ayrı medreseden oluşur.
Uluğ Ney Medresesi; “Kum ülkesi” anlamında olan Registan Meydanı’nda, Astrolog, Matematikçi, Bilim Adamı Uluğ Bey tarafından yaptırılan ilk medresede fen bilimlerine, özelikle matematik, fizik, astronomi gibi bilimlere ağırlık verilmesi istenmiştir. İlk medresenin kuruluşuyla birlikte, bütün bayramlar, festivaller ve pazar günü pazarı da burada kurulmaya ve kutlanmaya başlamıştır. Medrese, İslam dininin yüksek okulları sayılır. Uluğ Bey Medresesi, 1417-1420 tarihlerinde Uluğ Bey tarafından kurulmuş ve bizzat kendisi burada, ölümüne kadar matematik ve astronomi dersleri vermiştir.
Şir-Dor Medresesi; Uluğ Bey’in ölümünden 200 yıl sonra, Semerkant’ın yöneticisi olan Yalangtuş Bahadur’un emriyle birinci medresenin bir kopyası olarak, ikinci bir medrese yaptırılmış ve Şir-Dor Medresesi adı verilmiştir. Aralarındaki tek fark yeni medresede kış aylarında kullanılmak üzere hazırlanmış fazladan iki tane eğitim holü olmasıdır. Bunun dışındaki ana yapı birinci medrese ile aynıdır. Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısında yer alan medrese, 1619-1635 yıllarında inşa edilmiştir.
Tilla-Karı Medresesi; Bundan birkaç yıl sonra, tekrar aynı yöneticinin emriyle üçüncü medrese, Tilla-Karı yaptırılmıştır. Uluğ Bey Medresesi ile Şir-Dor Medresesi arasında 1647-1659 yılları arasında inşa edilen medresedir. Dıştan görünümü diğer iki medreseye benzemekle birlikte bu medresenin iç yapısı biraz farklıdır. Medreseler benzer planda inşa edilmiştir. Dört köşeli bir bahçe, dört teras ve çevre boyunca sıralanmış odalar. Oda kapıları İslam dininde önemli bir özellik olan saygı ve alçak gönüllüğü vurgulamak için özellikle alçak yapılmıştır. Kapılardan girerken ve çıkarken mutlaka başınızı eğmeniz gerekir.
Sadece Tilla-Kari Medresesi, medrese olarak yapılmasına karşın minareleriyle, çoğunlukla cami olarak kullanıldı. 17. yüzyılda Tilla-Kari Semerkant’taki en büyük cami idi. 19. yüzyıla kadar cami ve medrese olarak kullanılan yapılar, 20. yüzyılın başından itibaren tarihi eser olarak korunmaya alınmıştır.
Üst katları yatakhane olan, alt katlarında eğitim yapılan medreselerde sınavla alınan parasız yatılı yüzlerce öğrenci, başta Uluğ Bey medresesi olmak teoloji, astronomi ve felsefe üzerine dersler alıyordu. 15. yüzyılda Orta Asya’nın en büyük eğitim kurumuydu ve verilen eğitimin kalitesiyle ün salmıştı.
Uluğ Bey, Buhara’da daha mütevazi bir medrese yaptırmış, kapıların üzerine “Aklını aydınlatmak her Müslüman erkek ve kadının görevidir.” yazdırmıştı.
Uluğ Bey Medresesi’nin iki kapısı vardır ve her ikisinin de üzerinde “Bilim Çin’de de olsa, kız veya erkek gidin, bulun.” yazıyor. Medresenin bu şekilde eğitiminden rahatsız olan din adamları medreseleri kapattırmak isterler ama güçleri pek yetmeyince Uluğ Bey’in öldürülmesi için uğraş verirler.
1449 yılında Belh’te bulunan oğlu Abdüllatif’in kendine sefer düzenleyeceği haberi üzerine Uluğ Bey karşı harekete geçer ve Ceyhun kıyılarında karşılaşan kuvvetler arasında küçük çaplı çarpışmalar olur. Aynı zamanda Semerkant’ta da Uluğ Bey’e karşı isyan başlar, geri dönüp isyanı bastıran Uluğ Bey tekrar savaş alanına döner ve oğlu Abdüllatif ile çatışma sonucunda, Semerkant yakınlarındaki Dımaşk köyü yakınlarında oğluna yenik düşer. Bir süre kaçtıktan sonra Semerkant’a dönerek teslim olur. Teslim olduktan sonra Hacca gitmek için oğlunun iznini alan Uluğ Bey, yolda oğlunun adamları tarafından öldürülür.
Bilinçsiz dindarlığın yarattığı yobazlık böyle bir şey, oğul ile babayı bile birbirlerine düşman eder.
Hz. Muhammed’in de bu anlamda sözü vardır, “Bütün gün ibadet edeceğine 2 saat bilimle uğraş.” Anlayana.
Depremler sonucunda zarar gören tarihi yapılar, yapılan güçlendirme çalışmaları ile depreme karşı dayanıklı hale getirilmiştir.
Semerkant, tarih boyunca pek çok savaş ve yıkım görmüş, pek çok kere de yeniden inşa edilmiştir. Semerkant’ın tarihi boyunca üç büyük trajedi yaşanmıştır.
- İlk trajedi milattan önce 329 yılında şehrin Büyük İskender’e geçmesi sırasında yaşanmıştır. Şehir tamamen yıkılmış ve şehir halkı yok edilmiştir. Daha sonra şehir Doğu ve Yunan tarzı yapılarla tekrar kurulmuştur.
- İkinci ciddi değişiklik 8. yüzyılda Arapların bölgeyi istilasıyla yaşanmıştır. Farklı inançlardan çok sayıda insanın öldürülmesi ile bölge tamamen İslam dinine geçmiştir.
- Üçüncü büyük trajedi, 13. yüzyılda Cengiz Han’ın bölgeyi istilasıdır. Bölgedeki pek çok yerler gibi Semerkant da tamamen yıkılmış ve harabeye dönmüştür.
- yüzyılda Timur, şehrin yönetimini devralıncaya kadar bu şekilde kalan şehir, özellikle Timur İmparatorluğu’nun başkenti olması sebebiyle de yeniden imar edilmiştir. Timur, ele geçirdiği ülkelerden getirdiği bilim adamları ve mimarlar ile şehrin farklı kültürlerden izler taşıyan mimarisini oluşturmuş, matematikçi, astronom, müzisyenler ile de Semerkant’ın bir bilim ve kültür merkezi olmasını sağlamıştır.
Semerkant tarihindeki en hızlı gelişmeyi Timur’un 35 yıllık imparatorluğu sırasında yaşamıştır.
**
“Yüzyıllar öncesinde kâğıt nasıl yapılırdı?” diye merak ettik ve nasıl yapıldığını öğrenmek için her tarafından sular akan geniş arazi üzerinde dut yaprağından kâğıt yapılan yere gidiyoruz. Dut ağacının ince dallarını iyice dövdükten sonra kaynatıp içindeki selülozu işlemlerden geçirip yüzeyi düzgün iki taş arasında sıkıştırılıp kurutularak elde edilen kâğıt, oldukça dayanıklı olması sebebiyle uzun yıllar belge ve evrakların yazımında kullanılmış.
Bibi Hatun Cami; yapımı Timur’un ömrünün son yıllarında başlamıştı. 1399’da Hindistan seferinden zaferle dönen Timur, bu camiyi, gözde, baş hanım anlamında Bibi Hatun adıyla Moğol kökenli eşi Saray Mülk Hanım’a adamıştı.
Timur, Bibi Hanım Cami’nin İranlı mimarından, caminin yapımı bir yılda tamamlansın istemiş, inşası 1404 yılında tamamlanan caminin taç kapısı Timur tarafından fazla dar bulununca yıkılıp yeniden yapılmıştır. Cuma Camii olarak inşa edilen ve taç kapı yüksekliği 40 m, genişliği 46 m olarak yeniden yapılan Bibi Hatun Cami, Timur’un öldüğü yıl olan 1405 yılında tamamlanmıştır.
Bibi Hatun Türbesi de caminin tam karşısında yer almaktadır.
Hızır Camii; Efrasiyab Tepesi’nin üzerine inşa edilen Hızır Cami, Semerkant’ın en eski camisidir. XIII. yüzyılın başında, Moğol istilasında Cengiz Han’ın askerleri tarafından yıkılmış, 1854 yılında Buhara Emiri Muzafferi Khan’ın emriyle Semerkant mimarları ve mühendisleri tarafından eski temelleri üzerine yeniden inşa edilmiştir. Sefere çıkan veya seferden dönenler önce bu camiye uğrayıp şükür namazı kılarlarmış. Eski başkanlardan İslam Kerimov ölünce, kendisinin vasiyeti üzerine buraya gömülmüş. Bundan sonra buranın ziyaretçisi çok artmış.
Cami Unesco tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır.
Alp Er Tunga Müzesi; Alp Er Tunga, MÖ 7. yy.da Türk soyu olan devletlerin ortak birliği olan Turan Devleti’nin hükümdarı olarak kabul edilir. Alp; cesur, kahraman, Er; erkek, Tunga; kaplan anlamına gelir. Yani isminin anlamı “Cesur erkek kaplan” anlamındadır. Alp Er Tunga, Türklerin ortak atası sayılır. Buhara şehrini kurduğu, orada yaşadığı ve burada öldüğü, mezarının da Buhara’da olduğu tahmin edilen Alp Er Tunga’nın mezar yeri halen tam olarak bilinmemektedir. O döneme ait bilgi ve kalıntıların sergilendiği enteresan bir müze.
Şah-ı Zinde; Hz. Muhammed’in amcasının oğlu Kusem b. Abbas’ın, Müslümanlığı yaymak için geldiği Semerkant’ta şehit edildiği yerde yapılan türbesi etrafında zamanla diğer türbelerin de ilave olduğu anıt mezarlar mekânı. Özbekistan’da en çok ziyaret edilen 2. yerdir. Kusem b. Abbas’ın kabri “yaşayan sultan” anlamında olan “Şâh-ı Zinde” diye anılmış ve bölgede zamanla aynı isimle anılır olmuş.
1220’de Cengiz Han kumandasındaki Moğollar tarafından tahrip edilen eski Semerkant şehriyle birlikte mezarlık ve mezarlıktaki türbeler de tahrip edilmiş, kısmen kurtulmuş olan Kusem b. Abbas Türbesi, Mescit ve çevresi 1335’ten itibaren yeniden düzenlenmeye başlanmıştır.
Semerkant geçmişte birçok medeniyetin yaşandığı yerlerden, her yer tarih konuyor. Böyle olunca bolca türbe, medrese ve hepsinin de hikayesi var. Genelde hepsi geleneksel Özbek mimarisi üzerine inşa edilmiş.
Geleneksel kıyafetlerle yöresel dansların yapıldığı akşam gösterisi sonrası gün tamamlandı. Bugün, uzun bir gün oldu.
**
Burada arabaların büyük çoğunluğu beyaz renkli ve çoğunlukla da Chevrolet. Bu, Chevrolet / Amerika firmasının ve buradaki satıcının başarısı, büyük pazar yaratmışlar ve neredeyse geleneksel hale gelmiş. Beyaz olması, güneşte fazla ısınmasın, sıcak olmasın diye.
Pamuk Özbekistan’da gerçekten beyaz altın gibi, her yerinden istifade ediliyor. Bitkinin sapından, sunta benzeri sıkıştırılmış ahşap malzemeler, yakacak, çekirdeğinden de barut yapılıyor. Gerçi günümüzde barut farklı şekilde yapılıyor olsa da geçmişte bu yolla elde ediliyordu. Her şeyinden istifade edildiği için beyaz altın deniyor. Pamuk, ülke kalkınmasında ana hedef olarak görülmüş ve pamuk üretimine yatırım yapılmış. Özbekistan dünya pamuk üretiminde bir numaradır.
Pamuk çok çok su isteyen bir bitkidir. Bu nedenle ülkenin en büyük su kaynağı Aral Gölü’nün suları kanallar ile birçok tarım bölgesine taşınmış. Pamuk yetiştirmek için gerekli su Aral Gölü’nden çekilmeye başlanınca golün suları yıllar içinde giderek azalmaya başlamış ve bugün Aral Gölü’ndeki su seviyesi eskiye göre %5 seviyelerinde. Yani koca Aral Gölü’nün suyu bitmiş pamuk uğruna. Pamuk ne yapılıyor, genelde ham olarak ihraç ediliyor, yani kaymağını başkaları yiyor. Şimdi politikada değişiklik yapılmaya başlanmış, katma değer ilave ederek yani pamuğu işleyerek, kumaş veya ip olarak ihraç etmek için yatırımlar yapılmaya başlanmış. Biraz geç olmuş gibi sanki. Bu kadar büyük alanlara ekilen pamuk, endüstriyel olarak yapılmazsa, hasat zamanı pamuğu toplayacak adam bulamazsın, tarlada kalır, hele bir de yağmuru yerse ürün mahvolur. Burada bütün araziler devlete ait ve köylüler devlet adına ekip biçiyor. Bu nedenle hasat zamanı bütün devlet memurları, öğretmenler, askerler, yani devletten maaş alan herkes ve de öğrenciler pamuk hasadı için çalışmak zorunda, herhangi bir sebepten ötürü toplama işine katılamaz ise yerine birini bulmak zorunda.
Akşam bir eve davetliyiz, Özbek pilavının nasıl yapıldığı öğreneceğiz, beğenirsek yiyeceğiz, bakalım ne olacak?
Sonuç, gayet güzel oldu, hepsini yedik yuttuk, yemesi yapmasından daha keyifli geldi.
**
Buhara’ya gidiyoruz, yolumuz üzerinde çok önemli yerlerden Şahr-i Sabz.
Şahr-i Sabz; Kelime anlamı olarak şehir ve sebze kelimelerinin birleşmesi, ancak sebze burada yeşil, yeşillik anlamında yani yeşil şehir anlamında. Burada türbeden bol bir şey yok. Timur’un birinci derece yakınlarının türbeleri burada. 2,700 yıl önce kurulmuş, Asya’nın en eski şehirlerinden biri Şahr-i Sabz.
Şehrin eski yerleşim bölgesinde birçok kutsal türbelerin olduğu kompleks bulunuyor. Tarihi alanlar 2000 yılında Unesco tarafından bir Dünya Mirası olarak ilan edilmiş, 2016 yılında da turistik olarak aşırı gelişiminden dolayı bölge, tehlike altındaki Dünya Mirasları Listesi’ne eklemiştir.
Önemli türbelerden Dorol Tilavet ve Dorol Saadet’i ziyaret ediyoruz. Türbe deyince, cami, dükkanlar, ziyaret alanları gibi birimlerin olduğu kocaman yerler. Cuma Camii ve Amir Timur’un öldükten sonra gömülmek istediği mezarı da burada.
Timur’un mezar odası; 1960 yılında küçük bir kız çocuğunun Timur Mozolesi yakınlarında oynarken üzerine bastığı toprağın çöküp açılan çukura düşmesiyle varlığı bilinen ama daha önce bulunamayan, Timur’un gizli mezar odası ortaya çıkar. Devasa bir lahit ve duvarındaki yazıtta Timur’un mezar odası olduğu kayıtlıydı. Ağırlığı nedeniyle lahdin kapağı zorlukla açılabilmiş ve içinin boş olduğu görülmüş. Asya geleneğinde, kaanlar, hanlar, hükümdarlar genelde öldükten sonra mezar yerlerinin bilenmesini istemezlerdi. Hükümranlık dönemlerinde canını yaktıkları insanların mezarlarını dağıtmasından veya mezar başında beddua edilmesinden korkarlardı. Bu, o dönem Asya’da, geçmişte hâkim olan pagan inançlarının etkisiyle, ruhlarının azap içinde olacakları inancıydı. Bugün, Cengiz Han’ın mezar yeri halen bilinmemektedir.
Ak Saray; Çin sınırından Ege Denizi’ne kadar, o günkü coğrafyanın büyük bölümünü ele geçirmesine rağmen, Timur doğduğu yer Şahr-ı Sabz ile bağlantısını koparmadı. Bugün büyük bir bölümü yıkılmış olan yazlık konutu Ak Saray’ı yaptırdı. Bugün çok az bölümü ayakta kalsa da Ak Saray’ın büyük bahçesi üzerinde, savaşçı kıyafeti içinde büyük heykeli bulunur. Bu anıtın çevresi, Özbek halkı için önemli mekânlardandır. Yeni evlenenlerin ilk ziyaret yeridir, bayramlarda aileler, çocuklarına en iyi elbiselerini giydirerek buraya getirirler.
Sarayın yapımına 1380 yılında başlanmış ve neredeyse hükümdarın ölümüne kadar 24 yıl sürmüştür. Saray, altın, masmavi ve renkli çinilerle zengin bir şekilde dekore edilmiş yaşam alanlarına sahip birkaç avludan oluşmakta ve zemin beyaz çinilerle döşenmiş. Bugün, görkemli yapıdan yalnızca etkileyici boyutta olan giriş partalının sütunları ayakta kalmıştır. Bir zamanlar Orta Asya’nın en büyüğü olan kapının kemeri, neredeyse 300 yıl önce çökmüş. Sarayın ayakta kalan yerleri, restore edilerek, kültürel eğlence ve insanların dinlenmesi için bir park yeri olarak düzenlendi. Burada her yerde Özbeklerin kültürel mirasını sergiledikleri çeşitli sanat festivalleri düzenleniyor. Ak-Saray Sarayı, Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.
Her şeyin en büyüğünü yapma tutkusu. Hem en büyüğü olsun hem çok çabuk olsun, olmuyor, dayanıksız oluyor. Muhteşem yapıdan çok az bölüm, hasarlı vaziyette ayakta.
Devam ediyoruz yolumuza Buhara’ya doğru, yolda her taraf alabildiğine pamuk tarlası, bu kadar mahsul makinalar olmadan nasıl toplanır, çok kolay değil. Daldık pamukların içine, başladık pamuk toplamaya. Bastığın yerler sulama kanallarından gelen sularla çamurlaşmış, pamukları toplayalım dedik her tarafımıza dikenler battı, kibar olalım, iki parmakla nazikçe toplayalım dedik kopmuyor, sağlam yakalamak gerekiyor. Bu işi yapanlara kolaylık diledik, dualarımız onlara olsun. Anladık ki öyle uzaktan bakarak ahkam kesmekle olmuyor bu işler.
Hava kararmıştı, Buhara’ya geldik. Akşam buranın yerlisi bir ailenin evine misafir olduk.
**
Buhara, gezinin önemli duraklarından, bugün güzel ve uzun olacak, başlıyoruz antik kenti bir baştan bir başa dolaşmaya.
Buhara, tarihi İpek Yolu’nun önemli kavşaklarından ve Özbekistan’ın en önemli kültür merkezi. Geçmişin, tarihin tam ortasındayız, etkilenmemek mümkün değil. Otelimiz tam eski şehrin merkezinde. Şehre yukarıdan bakıldığı zaman şehrin sınırları aynen deve kafası gibi gözüktüğü için şehrin sembolü “deve kafası” olmuş.
Zerefşan Nehri havzasında büyük bir vahada yer alan Buhara’da, her köşe başında İslam tarihi ve kültürüne ait kıymetli bir esere rastlamak mümkün. Özbekistan’ın diğer birçok şehri gibi Buhara’da da bir dönemin Türk-İslam mimarisinin en güzel örneklerini, ihtişamlı camileri, yüksek minareleri, mavinin farklı tonlarının kullanıldığı kervansarayları ve çinilerle kaplı medreseleri görebilirsiniz. Şehirde, asırlardır din adamlarını yetiştiren bazı medreseler, günümüzde de eskiden olduğu gibi dini eğitimlere devam ediyorlar. Türk İslam dünyasının önemli bilginlerinin yetiştiği Buhara, İslamiyet’in, Mekke ve Kudüs’ten sonra gelen üçüncü önemli şehri durumundadır.
Yüzyıllar boyunca kervanların geçtiği önemli ticaret yollarına ev sahipliği yapan Buhara, bu özelliğiyle farklı dinlere mensup insanların yollarının kesiştiği en kadim şehirlerden biridir. Çeşitli dönemlerde Zerdüştler, Budistler, Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlara ev sahipliği yapan şehrin kültürel geçmişinin 2 bin 500 yıl öncesine dayandığı, fakat buradaki ilk insan yerleşimlerinin çok daha eskiye uzandığı biliniyor.
Şehir, Özbekistan topraklarında 1599’dan 1920’ye kadar hüküm süren en büyük 3 hanlıktan biri olan Buhara Hanlığına da başkentlik yapmış. 20’nci yüzyılın başına kadar bu hanlığın başkenti Buhara’ydı, 1920’deki Sovyet işgali sırasında büyük yıkım yaşadı ve çok sayıda tarihi yapı hasar gördü. Şehir, modern tıbbın temel taşlarını koyan, tıp, fizik ve felsefe gibi alanlarda çok sayıda kitap yazan İbn-i Sina’nın doğup büyüdüğü ve önemli İslam alimlerinden İmam Buhari’nin yetiştiği yerdir.
Buhara denince akla ilk gelen yapı ve birçok dergi, kitaba kapak olan “Çar Minor”, “Dört Minareli Cami”. Orta Asya İslam coğrafyasında camiler tek minareli olur, bu ender örneklerden biridir.
Çar Minor; Halife Niyaz-kul Medresesi olarak da bilinen, dört minare anlamında olan Çar Minor, günümüzde mevcut bulunmayan yıkılmış bir medrese için inşa edilmiş tarihi bir binadır. Yapı, 19. yüzyılda Buhara Hanlığı hükümdarlığı altında Türkmen kökenli zengin bir Buharalı olan Halife Niyaz-kul tarafından yaptırılmış. Dört kuleli yapının arkasında bulunan medreselerin kapılarından biri olduğu düşünülse de Çar Minor aslında ibadet ve barınma olmak üzere iki işlevi olan bir bina kompleksidir. Buhara mimarisinde benzeri olmayan yapının ne amaçla yapıldığı hakkında farklı rivayetler vardır. Olağan dışı dış görünüşüne rağmen Orta Asya camilerinde tipik olarak görülen bir iç mekâna sahiptir. Binanın kubbesi sayesinde yüksek akustik özelliklere sahiptir, bu nedenle geçmişte, Kur’an, ilahi ve enstrümantal müzik dinletilerinin yapıldığı “zikirhane” olarak da kullanılırdı.
Kültürel miras anıtı olarak korunan yapı aynı zamanda Dünya Miras Alanı Buhara Tarihi Merkezi’nin bir parçasıdır.
Havuz Camii; Büyük bir havuzun kenarında olduğu için bu isimle anılmaktadır. İlk yapılış tarihine ilişkin kesin bilgi yoktur. 20. yüzyılda kapsamlı bir tadilat geçirerek bugünkü halini almıştır. Normalde bu camide yirmi ahşap sütun bulunmaktadır. Caminin girişindeki yirmi sütun, cami önündeki havuz suyundaki yansımalarla bütünleşip, kırk sütun gibi gözüktüğü için halk arasında “kırk sütunlu cami” olarak da bilinmektedir.
Buhara’ya yıllar önce gelmiştim, buradaki en güzel şehirlerdendir, gezilecek görülecek çok çok yer var.
Buhara’da 300 cami, 130 medrese var. Özbekistan’da toplamda 2000 cami bulunuyor. Özbekistan’da imamlar maaş almazlar, yapılan yardımlarla yaşarlar. Halk da bunu bilir, işinde gücünde başarılı olana parayı esirgemez. Sadece hatırlatma olsun diye, Türkiye’de 90 bin cami, 120 bin imam var ve bunların ortalama maaşı 5-6 bin lira civarında olup birçok yerde de camilerin lojmanları vardır. Böyle olunca para karşılığı din öğretisi yapmaya çalışanlar, iyilik ve ahlaklı olma yolunda akıl verenler, camilerde siyasi irade tarafından ellerine verilen metni okurlar ve insanları da bu yönde etkilemeye çalışırlar. Yani din, iktidarın sesi olur.
İsmail Somali Türbesi; Somali Devleti’ni kuran İsmail Somali’nin türbesi, 10. yüzyılda, erken İslam mimarisinin ikonik örneklerinden biridir ve Orta Asya mimarisinin en eski mezar binası olarak bilinir.
MS 900’den 1.000’e kadar hüküm süren güçlü ve etkili İslami Samani Aile Hanedanlığının mezar alanı olarak inşa edilmiştir. Bağımsızlıklarını Bağdat merkezli Abbasi Halifeliğinden kazanan Samaniler, bugünkü Afganistan, İran, Özbekistan, Tacikistan ve Kazakistan’ı kapsayan coğrafyaya hükmetmişlerdir. Mükemmel simetrik, boyutu açısından karmaşık, ancak yapısı ile anıtsal olan türbe, Soğd, Sasani, Fars ve Klasik gibi farklı kültürlerin çizgilerini taşımaktadır. Aynı zamanda yenilikçi kubbe destek sistemi ve geleneksel orta çağ İslami bina özelliklerini, dairesel kubbe ve mini kubbeler, sivri kemerler, ayrıntılı kapılar, sütunlar ve karmaşık geometrik tasarımları da yansıtmaktadır. Plan, malzeme ve süsleme bakımından oldukça önemli bir yere sahip olan yapı hem Karamanlı Dönemi hem Büyük Selçuklu Dönemi hem de Anadolu Selçuklu Dönemi türbelerinin özelliklerini taşımaktadır.
Orta Asya’nın uyanış dönemi olarak kabul edilen 9-10 yüzyıllarında da Zerdüşt geleneklerine göre inşa edilmiş ve Cengiz Han istilasında yıkılmış üç yerden biridir.
Buhara Kale; İlk olarak MS 5. yüzyılda inşa edilmiş büyük bir kaledir. Askeri bir yapı olmasının yanı sıra, kalenin tarihi boyunca, Buhara’yı çevreleyen bölgede hâkim olan çeşitli kraliyet ailelerinin yaşadığı bir kasaba durumundaydı. Ark Kale olarak da bilinen Buhara Kale, 1920’de Rusya tarafından ele geçirilene kadar kale olarak kullanıldı. Bugün Buhara’nın en gözde yerlerinden olup, tarihi anlatan kültür merkezi ve müze olarak kullanılmaktadır.
Kalenin girişinde mimari olarak 18. yüzyıldan kalma iki kule bulunmaktadır ve bu kulelerin üst kısımları galeri, odalar ve teraslarla birbirine bağlanmıştır. Kademeli olarak yükselen bir rampa, vinçle kaldırılan bir kapıdan sonra Cuma Camisi’ne uzanan uzun bir koridor bulunmaktadır. Kapalı bir koridor, depolara ve hapishane hücrelerine erişim sağlar. Kalenin merkezinde büyük bir bina kompleksi bulunur, bu binaların biri işkence gören ve bir kuyuya atılan kırk kız efsanesi ile ilişkili Ul’dukhtaron Camii’dir.
Dört hektarlık bir tepe üzerine inşa edilen Buhara Kale’nin önündeki büyük meydan, geçmişte toplantıların, buluşmaların, resmî açıklamaların, idamların yapıldığı yer olarak kullanılıyordu. Özbekistan kadınları geçmişte peçe takıyorlardı, 1927 yılında bu meydanda toplanan kadınlar büyük bir ateş yakıp peçelerini ateşe atarak bir mücadele başlattılar ve kadınlar o zamandan beri peçe takmıyorlar. 1924 yılında Sovyetlerin Kızıl Ordu’su tarafından bombalanan kale, daha sonra yapılan restorasyonlar ile yenilenmiştir.
**
Özbekistan toprakları, İslamiyet’in Orta Asya’da ilk olarak yayılmaya başladığı, Araplarla büyük savaşların yaşandığı yerlerdir. Bu nedenle bu coğrafyada İslam yapılanması gereği bolca cami, medrese, türbe gibi İslam dinine uygun yapılar bulunur. Biz de bu anlamdaki İslami tarihi eserleri ziyaret etmeye devam ediyoruz.
Buhara’da önemli yerlerden Poli Kalon Külliyesi’ne gidiyoruz.
Poli Kalon Külliyesi; Buhara’nın tarihi kesiminde yer alan külliye, 713’te Ark Kalesi’nin yakınındaki alana birkaç cami ve medreseden oluşan kompleks olarak inşa edildi. Buhara kuşatması sırasında Cengiz Han tarafından yakılan bu külliyelerden biri, 1121 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yeniden yaptırılmış. “Ulu’nun Ayağı” anlamında olan Poli Kalon külliyesi, Kalon Minaresi ve çevresi ile geçmişte bölgenin İslami merkez durumunda olduğu yerdi.
Kalon Minare; halk arasında Minâra-i Kalân “Büyük Minare” olarak da bilinen minare, geçmişte yüzyıllar boyunca, suçlular yukardan atılarak öldürüldüğü için “ölüm kulesi” olarak da bilinir. Kentin tarihi merkezine hâkim bir konumda yer alan, dikey sütun şeklinde olan minare, külliyenin en ünlü kısmıdır. Geleneksel minare boyutlarının dışında, daha çok kule şeklinde olup, geleneksel ve dekoratif görselliğe sahiptir.
1127 yılında Karamanlı Arslan Han tarafından yaptırılan, 47 metre yüksekliğinde, 10 metre temel derinliği olan, 14 farklı deseni olan tuğlaların kullanıldığı Minareyi Kalon, meydanda en fazla dikkat çeken yapıdır. Kızıl Ordu, 1920’lerde burayı da yıkmaya çalışmış ama yıkamamış. Rivayet odur ki, Cengiz Han buraları istila edince bu minareyi görür ve hayranlıkla yakından incelemek ister. Minarenin en üst noktasına bakmak için kafasını iyice geri atınca başındaki miğfer yere düşer ve eğilerek alır. Hiçbir hükümdar veya han, her ne sebepten olursa olsun halkın önünde eğilerek yerden bir şey almaz. İstemeden yaptığı bu davranış için, minareye hayranlığını belli etmek ve eğildiğinin ifadesi olarak minarenin onarılarak koruma altına alınmasını emreder.
Kalon Camii; 1514’te Buhara Hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmış. Semerkant’taki Bibi Hanım Cami ile aynı büyüklüktedir. Her ikisi de cami olmasına rağmen, mimari tarzları çok farklıdırlar. Büyük mavi çinili bir kubbesi olan caminin iç avlusunu çevreleyen galerilerin çatısında 208 sütun üzerine oturan 288 kubbe vardır. Avluya bakan, ana dua salonuna giriş kısmında uzun bir kiremitli eyvan portalı yer alır.
Burası koca bir avlusu olan, kocaman bir cami, yılda sadece iki kez bayram namazları kılınıyor, Hani, “itibardan tasarruf olmaz” diyoruz ya, işte o zamanda varmış!
Mir-i Arab Medresesi; 1535-1536 yıllarında yapılan medrese, Yemen’deki Şeyh Abdullah Yamani’ye atfedilir. Şeyh Abdullah Yamani, Mir-i-Arab olarak bilinen Ubeydullah Han ve oğlu Abdul-Aziz-Han’ın manevi akıl hocası olarak kabul edilirdi. Aşırı dindar olan Ubeydullah Han, İran’a karşı yaptığı savaşta, çok sayıda esir ve ganimetlerden elde ettiği parayla Mir-i-Arab Medresesi’ni yaptırmıştır. 1630’lara gelindiğinde egemenler artık kendileri ve akrabaları için görkemli türbeler inşa etmeyi bıraktılar. Şeybani Hanedanı’nın hanları, Kur’an geleneklerini uygulamaktaydı. Şeriat kurallarının geçerli olduğu dönemde, Ubeydullah Han gibi ünlü bir han bile medresesindeki akıl hocasının yanına defnedildi. Mir-i-Arab Medresesi’nin ortasında Ubeydullah Han’ın ahşap mezarı, yanında ise akıl hocası Mir-i-Arab’ın mezarı bulunmaktadır.
Buralarda bulunan cami, medrese, türbe, çoğunu tamamladık, kendimi arınmış, hafiflemiş hissediyorum.
Nasreddin Hoca heykeli burada da karşımıza çıktı ve Özbekler hocayı kendilerine mal etmişler. Heykeli var, hem de eşeğe ters binmiş vaziyette. Peki, eşeğe neden ters bitmiş diye sorulduğunda, “Buradan götürülmüş ama aklı, gözü hep burada.” diye açıklama yapılıyor, tam Nasreddin Hoca cevabı! Buralarda Nasrettin Hoca’nın kimliği, aklı ile zenginden alıp fakire dağıtan şeklinde.
Akşam gece gösteri sonrası gene bir Özbek evine yemeğe misafir oluyoruz, Özbek pilavına devam.
**
Yolumuz uzun, Hiva’ya gidiyoruz, ayrıca yaklaşık ilk yüz km. yol da bozuk. Hiva, ülkenin batısında, Harazm eyaletinde, Türkmenistan sınırına yakın bir yer. Özbekistan’ın büyük bir kısmı çöl, biz de çölün ortasından gidiyoruz, yolumuzun üzerinde Harazm şehrine geldik. Burası geçmişte Zerdüştlüğün ilk ortaya çıktığı yer. Sonunda çölün ortasında, minareler şehri diye bilinen 2500 yıllık Hiva’ya geldik, tarihi doku içinde kendimi yüzyıllar öncesine ait film platosunda gibi hissediyorum.
Şehir, İç Kale ve Dış Kale olarak ayrılmış durumdadır. Sadece 3000 kişinin yaşadığı surlarla çevrili İç Kale, eski Hiva yerleşim bölgesi olup her tarafı binlerce yıl öncesinden gelen tarhı dokuların olduğu yer. İç Kale’de evlerin plan şekli, kapıdan girince doğrudan oturma mekânı olacak şekilde, bu, çöl hayatındaki çadır yaşamından gelen alışkanlık.
Surların üzerine çıkıp Hiva’yı yüksekten seyrediyoruz, yüzyıllar öncesinde bir zaman yolculuğuna çıkmış gibiyiz. Güneşi buradan batırıyoruz, turuncunun, sarının bütün tonları ile yarattığı muhteşem güzelliği seyrediyoruz.
İlk olarak Hiva’nın sembol yapılarının başında gelen Muhammed Emin Han Medrese ve minaresi ile başlıyoruz gezimize.
Muhammed Emin Han Medresesi; Hiva’nın sembol yapılarından biri olan yapı, 1851 yılında dönemin Hiva Emiri Muhammed Emin Han tarafından yaptırılmış, zemin katta iki büyük odası ve birinci kattaki odaların dışarı bakan pencereleri ile Hiva ve Orta Asya’da ilk yapılan en büyük ve en konforlu iki katlı medresedir. Hiva’nın simgesi olan 26 metre yüksekliğinde olan kule, buranın en güzel yapılardan biridir. Bugün otel olarak kullanılan medrese, geçmişin bütün çizgilerini, tarihini yansıtıyor. Burada hikâyeler çok. 1851 yılında Hiva Kralı Muhammed Âmin Han tarafından yaptırılan, gerçekten muhteşem kule, aslında 70 metre olarak planlanmış ancak 26 metrede kalmış. Kuleyi yapan ustaya başka bir yerden daha yüksek bir kule yapması için teklif gelir, bunu duyan kral yaptırdığı kuleden daha yüksek bir kule yapılmasından rahatsız olacağı için, kule tamamlanınca ustayı öldürtmeyi planlar. Durumu fark eden usta da kuleyi tamamlamadan kaçar, bu nedenle olması gerekenden 44 metre kısadır. Bir başka hikâye de Emir’in 1855 yılında ölümünün ardından 26 metre yüksekliğe ulaşan minarenin inşası durdurulmuş.
Bu nedenle burasının adı, “kısa minare” veya “eksik minare” anlamında “Kalta Minor” olarak da söylenir. Minare üzerindeki mavi ve yeşil çiniler, bu bozkır toprak üzerinde sağladığı kontrast ile göz kamaştırmaya, geçen yüzyıllardan beri ilgi çekmeye devam etmektedir.
Medresenin girişinde “Bu medrese, sonsuza dek bu topraklarda doğacak olan insanları mutlu edecektir” yazmaktadır.
Muhammed Rahim Han Medresesi, İç Kale’nin içinde yer alan Kukhna Ark’ın hemen yanında olan medrese, adını da veren Muhammed Rahim Han tarafından 1871-1876 yılları arasında inşa ettirilmiş olan iki katlı yapıda 76 oda bulunuyor. Günümüzde, Hiva Hanlığının tarihinin sergilendiği bir müze olarak kullanılan medresenin en önemli mimari özelliği, ana kapısının bir avlu içerisinde olmasıdır. Bunun nedeni olarak da hemen karşısında yer alan Kukhna Ark’a karşı bir mahremiyet yaratmak gösterilmektedir.
Muhammed Rahim Han Medresesi’nin hemen karşısında 17 yy.da inşa edilmiş olan Hiva Hanlarının ikametgahı ve şehri yönettikleri yapı kompleksi bulunuyor. Bu avluların birisinin içerisinde yer alan çinili cami ise oldukça etkileyici.
Cuma Camii; Hiva’nın eski şehir bölgesi olan İç Kale’nin tam ortasında, mimari olarak farklı bir yapıya sahip olan cami, 18. yy.ın sonlarında inşa edilmiş. İbadet alanı yaklaşık 45×55 metre boyutlarında, 2500m2 bir alan olup, üzerindeki çatı 210 tane ağaç kolon üzerine oturtulmuş. Cami kendisinden daha eski olan bir ibadethanenin yerine inşa edilmiş olduğu için, bu yapıda eskiye ait birçok eski yapı elemanları da kullanılmış ve bu ahşap kolonlardan bazılarının da 10 yy.dan kaldığı tespit edilmiş. İbadet alanının hemen yanından çıkılabilen 33 metre yüksekliğindeki minareden de şehrin güzel manzarasını izleme fırsatı bulabilirsiniz.
İç Kale içerisindeki Batı Kapı ile Doğu Kapı arasındaki ana yolda Cuma Cami’ye gelmeden hemen önce yeşil kubbeli Pehlivan Mahmut Türbesi bulunuyor.
Pehlivan Mahmut Türbesi; İranlı bir şair ve güreşçi olan Pehlivan Mahmut’u, dönemin hanı Muhammed Rahim Han, şehrin koruyucusu olarak görevlendirmiş ve kendi mezarının da bu türbe içerisinde yapılmasını istemiş. Binaya girdiğinizde ana holün hemen karşısında Muhammed Rahim Han’ın mozolesi ve onun yanımda Pehlivan Mahmut’un mozolesi bulunmaktadır.
İsmail Hoca Medresesi ve Minaresi; 1864-1910 yılları arasında Hiva Hanlığı hükümdarı olan II. Muhammed Rahmi Bahadur tarafından 1908 ila 1910 yılları arasında yaptırılmış, 45 metre yüksekliğinde mimarisi olan bu medreseye de büyük kuzeni İslam Hoca’nın adını vermiş. İsmail Hoca, Hiva’ya hastane, telgraf ofisi ve okullar yaptırmış ancak 1913 yılında bıçaklanarak öldürülmüş.
Abdullah Han Medresesi; medrese, günümüzde Türkmenistan sınırları içerisinde kalan bölgede Kutlug Murat Han’ın 17 yaşındaki oğlu Abdullah Han’ın öldürülmesinden sonra, Kutluğ Murat Han’ın eşi ve Abdullah Han’ın annesi tarafından oğlunun adının yaşatılması amacı ile 1855 yılında yaptırılmış. Günümüzde tabiat müzesi olarak kullanılmaktadır. Kutlug Murat Han, Hiva Hanlığının 3. Hanı Alla Kuli Han’ın amcasıydı. Bir hikâyeye göre Hiva’da sur dışında ölen birinin sur içerisine gömülmemesi gerektiği gibi bir inanış vardı. Alla Kuli Han, amcasının surların dışında ölmesi sonrasında amcasını surlar içine gömebilmek için surların bir kısmını yıkmış ve 1804 ile 1812 yılları arasında bu medreseyi surların içinde kalacak şekilde inşa ettirmiş.
Görüldüğü gibi buraların ne medresesi ne de türbesi bitmez. Hepsinin farklı hikayesi var, hepsi de buraların tarihine imza atmış olanlar.
Kutlug Murad Han Medresesinden sonra 17. yy.da inşa edilmiş olan, etrafı sundurmalı, kubbeli bir mimari yapısı olan Ak Cami, diğer ismi ile Beyaz Camii ve Taş Avlu Camii’ne doğru devam ediyoruz.
Taş Avlu Sarayı; 19. yy’da inşa edilmiş, İç Kale’nin doğu kısmında yer alan, yüksek surlar ile çevrili Taş Avlu Saray, labirent gibi biraz karışık koridorlardan geçilen ilginç bir yapı. 1830 yılında, dönemin Han’ı Alla Kulik Han tarafından yapımına başlanan saray, hemen yanında aynı ismi taşıyan kervansaray ile birlikte 8 yılda tamamlanmış. Kervansaray, gelen kervanlardan alınan mallar ve kervancılara Hiva’ya özgü malların satıldığı önemli pazar durumundaydı. Bugün hediyelik eşyaların satıldığı çarşı olarak kullanılıyor.
Alla Kuli Han Medresesi, Alla Kuli Han tarafından 1912 yılında inşa ettirilmiş, matematik, tarih ve Rusça lisanı konusunda önemli eğitim kurumu olarak hizmet vermiş. Bina şu an Hiva’ya fotoğrafçılığı ilk getiren Devenov’un fotoğraflarının ve ekipmanlarının sergilendiği bir müze olarak kullanılıyor.
İç Kale içinde fazla sayıda medrese, türbe ve camilerin çoğu günümüzde müze olarak ziyarete açık.
Hiva, geçmişin en önemli köle ticaretinin yapıldığı yerdir. Çevre bölgelerden toplanan esirler burada satılırdı, en çok para eden köleler ise daha becerikli oldukları için Rus kölelerdi.
Akşam oldu, hava serinlemeye başladı, ortalıkta kimse yok, herkes erkenden evine çekildi, gece de aydınlatılmış olarak bir başka güzel. İç Kale genelde yerleşim olmayan, turistik bir bölge.
Aslında çölün ortasındayız, bu nedenle geceleri soğuk, gündüz de sıcak. Böyle olunca sabah da soğuğun keskin olduğu zaman. Sabah kat kat giyiniyoruz, ama öğleye doğru yavaş yavaş soyunma seansı başlıyor, böyle bir durum. Çöl toprağı ve yeraltı suları ciddi derece tuzlu, bu nedenle su sorunu var bölgede.
Çevreyi dolaşıyoruz, İç Kale fazla turistik bir yer, surların dışına çıkınca manzara biraz farklı. Karışık ve bozuk yollar yani biraz mütevazi yaşam durumları hemen göze çarpıyor. Burada Türklere özel bir sempati var, birçok kişi Türkçe konuşabiliyor. Yani burada Türkçe bilirseniz işinizi halledebilirsiniz.
**
Orta Asya Cumhuriyetleri, yapılanması ve geçmişleri ile farklı özellikler gösterir.
1920 yıllarına kadar Sovyetler Birliği sınırları içindeki farklı etnik guruplar, 1924 yılından itibaren Stalin tarafından belirlenen sınırlar içinde kısmı özerk cumhuriyet olarak devletleşmeye başladılar. Bu ülkelerin sınırlarının belirlenmesi anlamındaydı. Ancak sınırların belirlenmesi bazı ince hesapları içeriyordu. Stalin, döneminde Sovyetler içindeki etnik grupların sınırlarını çizerken, o toplum için kutsal veya tarihsel kimlik anlamında olan bölgeleri diğer komşu ülke sınırları içinde bırakmıştı. Önceleri özerk cumhuriyet olma heyecanı ile bu incelik çok fark edilmedi. Ancak sonraları bu durum komşu ülkeler arasında ciddi sınır gerginlikleri yaşanmasına yol açtı. Örneğin bazı komşu ülkelerin fazlaca olan su kaynaklarına karşın diğer ülkede ciddi su sorunu olabiliyor, kutsal ve dini değerleri olan mekanlar diğer ülke topraklarında bırakılmış, yer altı ve maden kaynakları adaletli değildi. Bu durum küçük manipülasyonlarla ülkeleri çatışma noktasına getirebilecekti. Bunun sonucunda komşu olan ülkeler her ne kadar benzer veya aynı soydan gelseler de bazı konularda anlaşabilirlerdi ama hiçbir zaman tek vücut olarak kalıcı hareket edemeyeceklerdi. Aslında benzer davranış Sovyetlerin içinde sanayi ve üretim modelleri için de uygulanmıştır. Örneğin uçak motoru, başka bir özerk cumhuriyette yapılırken gövde ve diğer aksamlar farklı cumhuriyetlerde yapılıyordu. Dolayısıyla hiçbiri tek başına bir bütünü tamamlayamıyordu.
Özbekistan’ın, bölgenin en verimli yerleri olan Fergana Vadisi’nde, Fergana vilayetine bağlı toprakları bulunmaktadır ve bu yerlerin tamamı Suga ilçesi diye bilinir. Ancak Suga ilçesi tümüyle Kırgızistan sınırları içinde bırakılmıştır. Yani Özbekistan vatandaşının, kendi toprağı olan Suga’ya gitmek için Kırgızistan topraklarından geçmesi gerekir.
**
Cami, medrese, türbeler, here yerde dualarımızı ettik, tamamdır. Sabah erken Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e gidiyoruz.
Taşkent, Özbekistan’ın kuzey doğusunda, nüfusu 3 milyondan fazla, ticaretin, ekonominin, politikanın, yönetimin merkezi durumunda. Geniş caddeler, marka mağazalar, çok katlı binalar son derece modern şehir görünümünde, tabii ki merkezde olan durum böyle. Caddelerin biraz arkalarında çok farklı bir yaşam şekli var. İlk göze çarpan, her tarafta büyük inşaat faaliyetleri var. Öğrendik ki büyük çoğunluk Türk firmaları, aklı bizden almış gibiler, onlar da konut inşaatı yaparak ekonomik kalkınma modeli icat etme peşindeler belli ki!
İslam Kerimov döneminde, ikametgâh olarak kayıtlı olduğunuz yerin dışında herhangi bir yere gitmek için izin almanız gerekirdi. Yani kalacağınız ve gideceğiniz yer belli olmalı, uygun ise izin veriliyordu. 1990’dan sonraki yıllarda bu izinler kaldırıldı ve büyük şehirlere hücum başladı. Bu süreç beraberinde büyük çarpık yapılaşmaya yol açmış. Beklemiyordum bu kadar çok Türk mağazaları olduğunu, Türk restoranları, kebapçılar, Türk marka giyim, beyaz eşya hepsi var, aferin, valla vatandaş yurt dışına açılıyor.
1966 yılında meydana gelen 8,1 şiddetindeki deprem ile Taşkent büyük hasar almış. O dönem yönetimi, her kadar fazla bir şey olmadı şeklinde açıklamalar yaptıysa da on binlerce ölü ve yaralı, neredeyse bütün şehir yerle bir olmuş. Bu tarihten itibaren Taşkent, yeniden yapılanma sürecine girmiş. Tabii ki böyle durumlar sınıf farkı oluşması, bir anda büyük zenginler ortaya çıkması için fırsatlar yaratır, öyle de olmuş. Fırsat yaratanlar, yönetime yakın olan insanlarda hızlı zenginleşme, büyük sınıf farklılıkları oluşmuş. 100 metre yüksekliğinde, Orta Asya’nın en yüksek binası yapılıyor, açılınca haberimiz olur, duyarız bir şekilde.
Öğlen yemeği için buranın en meşhur Taşkent pilavını yemeye gidiyoruz. Mutfak kısmına girdik, zaten açık, bu kadar meşhur pilav nasıl, nerde pişiyor görelim dedik, 5 tane 800 kiloluk kazanlarda, yetmemiş 1.5 tonluk kazan daha ilave yapılmış, rakamlar yanlış değil, yani her gün 5.5 ton pilav ve yanında et, salata, turşu, tatlı falan. Büyük bir mekân ama yer ayırmazsanız zorlanabilirsiniz yer bulmakta, böyle bir durum. Keramet neresinde bilmem ama yediğim en güzel etli pilav. Patlama noktasındayım ama koca tabak bitti. Muhteşem lezzet, pirinç pilavının bu kadar lezzetli pişirilebileceğini bilmezdim.
Amerikan politikası veya emperyalizmi için kullanılan ifade vardır “Sam Amca” diye, hafiften aşağılamayı ve karşı duruşu tarif eder. Benzer anlam ve tavır için “Jo Amca” ifadesi kullanılıyor buralarda, kastedilen geçmişin sert diktatörü Stalin.
**
Bir şehir veya coğrafya hakkında doğru bilgiler edinmek istiyorsanız, oranın kültür ve geleneklerinin biriktiği eski yerleşim yerini görmek gerekir. Biz de Taşkent’te “eski şehre” gidiyoruz.
Hz. İmam isimli bölgeye gidiyoruz, adını burada bulunan Hz. İmam Külliyesi’nden almış. Büyük bir cami, tabii ki yanında türbeler, hediyelik eşya satan bir sürü dükkânlar. Her tarafını geziyoruz, temiz, bakımlı bir yer. Büyük bir odada, camekan içinde, kûfi yazı ile yazılmış büyük boyutta bir Kur’an sergileniyor, Kur’an’ın ilk yazılan beş kopyasından biri olduğu söylendi.
Yerel olarak Barak Han Medresesi olarak da bilinen külliye, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Karimov’un isteği üzerine inşa edilen Taşkent’in en büyük mimari eserlerinden biridir. Muyi Mübarek Medresesi, Keffal Şaşi Türbesi, Tila Şeyh Camii ve Hast’i İmam Camii, hepsi aynı külliyede. İslam dünyasının ilk bilginlerinden olan İmam Ebu Bekir Kaffal Eş-Şaşi şerefine, Hz. İmam Camii olarak adlandırılmıştır. Hz. İmam Camii, aynı anda 5000 kişinin namaz kılabileceği, 77 metre boyunda, 22 metre eninde orta alanı ve 35×25 metre boyutlarında sağ ve sol kanatları olan, sadece Cuma namazlarının kılındığı büyük bir cuma cami. Dışında, sağ ve sol tarafta 2 adet 57 metrelik minaresi olan caminin, sağ taraftaki minaresi Harezmli ustalar, soldaki ise Semerkantlı ustalar tarafından yapılmış. Biri 28 günde, öbürü 29 günde tamamlanmıştır. 2007 yılında inşaat bittiğinden sonra bahçeye dünyanın farklı yerlerinden getirilen 3600 adet dekoratif ağaç dikilmiştir.
Eski şehirde her birinin kendine göre farklı hikayesi olan, eski ve yeni birçok türbe, medrese, dini yapılar var. Özellikle kamuya ait yeni yapılarda dini kültüre uygun görseller de yapılıyor.
Buranın tarihini anlamak kolay değil, bitmeyen savaşlar sonucu hakimiyetler hep değişmiş, yönetim ve topraklar farklı hanlıklar tarafından sahiplenilmiş. Böyle olunca, her dönem farklı hükümdarlar tarafından topraklar işgal edilmiş, gelen eskisini yıkmış yeni yapmak istemiş, bazılarının ömrü yetmemiş tamamlamaya.
Geçmiş dönemlerde burada bulunan kilise nedeniyle “Kilise Meydanı” olarak bilinen, bugünkü adı ile Bağımsızlık Meydanı, sönmeyen ateşin olduğu şehitler abidesi ile Taşkent’in en büyük meydanı. 1990’den itibaren, 33 metre yüksekliğindeki heykelin önünde milli günlerde anma törenleri, toplantılar yapılıyor.
**
Fergana Vadisi’ne gidiyoruz;
Burası Seyhun ve Ceyhun Nehirleri arasında kalan, Maveraünnehir diye bilinen bu coğrafyanın en verimli toprakları. Aslında bir başka konudur ama, 6. yy.da Arap istilacılarının İslamiyet’i yaymak adına buralara gelip talan etmelerinin sebeplerinden biridir bu bereketli topraklar. Fergana vilayetine bağlı Fergana şehrindeyiz, geniş, modern binalar, gayet güzel bir şehir. Fergana Vadisi etrafı yüksek dağlarla çevrili 77.000 km2 bir alan, en verimli 17 bin km2si Özbekistan sınırları içinde.
Önceki yıllarda geldiğimde, yol üstünde ön dişlerinin neredeyse tamamı altın veya altın benzeri maden olan, yöresel renkli kıyafetler içinde ekmek satan kadınlar olurdu. Her birinin ekmeğinin hem tadı hem de görünümü farklıydı. Çok keyifli bir durumdu ama buralara yeni yollar yapılınca güzergâh değişmiş, ekmekçi kadınlar da yok artık. Yerine başka ekmekçiler gelmiş. Özbekistan’da ekmek bolca yendiği için yeni ekmekçiler türemiş. Yan yana bitişik vaziyete büyük tandır fırınları içinde ateş yanıyor alev alev, çalışanlar hazırlanmış ekmeği fırının duvarına yapıştırıyor, üç dakikada sonra ramazan pidesi boyutunda mis kokulu ekmek hazır. Tadı nasılmış vay anasına, falan derken nerdeyse kişi başı yarım ekmekten fazla yedik. Aslında yemeğe gidiyorduk, bu yemek öncesi atıştırmalık gibi oldu. Neyse, bence değdi, çok güzeldi hani.
Geçmişin önemli yerlerinden Kokand şehrindeyiz;
Diğer Orta Asya Cumhuriyetlerinde olduğu gibi buralarda da çok hanlar gelmiş, büyük çatışmalar olmuş. 18. yy. sonuna kadar 170 yıl içinde 21 farklı hanlık buralarda hüküm sürmüş, bunların en uzun süreli olanı Timur’dan sonra 30 yıl hükümranlığını devam ettiren Hüdayar Han olmuş. İşte bu hanlıkların yaşadığı, buranın önemli tarihi yapılarından olan, 7 büyük kabul salonu, 114 odası olan, büyük bir alan üzerine inşa edilmiş O’rdo Sarayı’ndayız. Bu kadar çok savaş olunca büyük kısmı tahrip olmuş sarayın, bizde ayakta kalan yerleri geziyoruz. Tavan işçiliği, boyama sanatı avlularıyla gerçekten güzel bir saray. Bugün müze olarak ziyarete açık, o döneme ait bulunan birçok eşya da sergileniyor.
Cuma Camii’ne gidiyoruz. İslamiyet’in yaygın olduğu birçok yerleşim yerlerinde Cuma Camii vardır ve oranın en büyük camisidir, vakit namazları daha küçük olan diğer cami ve mescitlerde kılınır. Sadece bayram namazları ve cuma namazları bu camilerde kılınır, diğer zamanlar kapalıdır. Aslında, merkezi yerlerde olan cuma camileri bir anlamda toplanma yeridir. Bütün yakın yerleşim yerlerinden insanlar cuma günleri burada toplanırlar hem ibadet hem birbirlerini görme fırsatı olur. Diğer önemli olan ise, yönetim tarafından yapılacak olan açıklamalar, yeni kararlar buradan duyurulur. Yani bir anlamda genel toplanma ve bilgilenme yeridir. Fergana Vadisi’nin en büyük cuma camisi de burası. Kocaman avlu içinde büyük bir minare ve 98 ahşap sütunlu bir cami. Geleneksel el işçiliği ile yapılmış ahşap sütunlar, boyama ve el sanatlarının olduğu cami halen cuma günleri aktif olarak kullanılıyor. Orta Asya coğrafyasında minareler camiye bitişik değil ayrı yapılmışlardır.
Fergana vilayeti içinde, Fergana şehrine gidiyoruz, Kırgızistan sınırına çok yakın bölge, böyle olunca sınırın bu tarafında epey Kırgız vatandaşı yaşıyor. Yolumuzun üzerinde bir Kırgız evine uğramak istedik. Geleneksel halıcık yapıyorlar, babadan oğula, anadan kıza geçen gelenekler.
**
Bir başka önemli yerlerden biri de önemli Margilon şehri.
İpek dokuma merkezlerinden olan Margilon’da şehir tanıma turları, geçerken gördüğümüz bir ipek mağazasına giriyoruz, Özbek ekonomisine katkıda bulunma çabası içindeyiz! Bir göz atalım diye girdik, iki saat sürdü göz atma işlemi. Burası Özbekistan’da ipek böceği yetiştirmenin yani ipekçiliğin başladığı yer. Öğrendik, Türk firması burada lokum ve baklava imal ediyor ve de epey meşhurmuş, konu olunca davet aldık, biz de icabet ettik, ikramlarını yedik. Gayet de güzel, yok satıyor, bravo doğrusu, kolay iş değil.
Kişton şehri de çömlekçilikte iyiymiş, orayı da ziyaret ediyoruz. Son günümüz, program tamamlanınca şehir şehir dolaşıyoruz. Akşam trenle Taşkent’e gideceğiz sonra da eve dönüş heyecanı.
**
Özbekistan’ın kısa geçmişine bakarsak;
Ülke tarihî önemi ve stratejik konumu nedeniyle zengin bir kültürel mirasa sahiptir. 19. yüzyılda Orta Asya Rus İmparatorluğu’nun kontrolüne geçer ve Taşkent bu dönemde Rus Türkistan’ının başkenti olur. 1924’te Sovyetler Birliği bölgeyi kontrolüne alır ve Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1991’de Özbekistan bağımsız Cumhuriyetini ilan eder.
Özbekistan dünyanın en büyük pamuk ihracatçılarından biridir. Sovyet Dönemi’nden kalan dev enerji üretim tesisleri ve doğal gaz kaynakları ülkenin Orta Asya’daki en büyük elektrik üreticisi olmasını sağlamıştır. Ülkenin üçte ikisi bozkır ve kurak alanlardan oluşmaktadır. Altın ve doğalgaz rezervleriyle ünlü Kızılkum Çölü ülke sınırları içindedir.
Özbekistan’ın ana ihraç ürünleri pamuk, tekstil ara mamul ve tekstil mamulleri, petrol, doğalgaz, gıda ürünleri, kıymetli metaller ve kimyasal ürünlerdir. Ana ithal malları ise makine ve ekipmanları, gıda ürünleri ve kimyasal ürünlerdir. Özbekistan, hali hazırda dünyanın beşinci büyük pamuk üreticisi ve ikinci büyük pamuk ihracatçısıdır. Halk arasında “beyaz altın” denilen pamuk, maden kaynakları ve petrol ile birlikte ekonominin temel taşlarındandır.
Özbekistan’da, Semerkant, Şehr-i Sabz, Buhara, Hiva İç Kale Unesco Dünya Mirası Listesinde olan yerler, buraları olabildiğince gezdik, gördüklerimi, öğrendiklerimi sizlerle paylaştım.
Sevgilerimle
Hayrettin Kağnıcı
Ekim 2021