Karakalpakistan Cumhuriyeti
Pek bilinmeyen bir ülke olduğu için, önce hakkında biraz bilgilenelim; Orta Asya coğrafyasında Karakalpakya veya Karakalpakistan Cumhuriyeti diye bilinen ve göçebe olarak yaşayan Karakalpaklıların ülkesi, 1938 yılından sonra Sovyetlerin yönlendirmesi ile Özbekistan sınırları içinde Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti olarak kurulur. 166,600 km² yüzölçümü, demografik yapı olarak Karakalpaklar, Özbekler ve Kazaklardan oluşan 2 milyon nüfusu ile, baş şehri Nukus olan Karakalpakistan Cumhuriyeti’nin büyük bölümü çöldür ve Aral Gölü’nün bir kısmı da bu topraklarda bulunur. Karakalpaklar, Kazak Türklerinin bir boyu olarak da kabul edilir. Özerk bir Cumhuriyet olan Karakalpakistan, Özbekistan’ın kuzey batısında, Kazakistan’ın güneyinde, Türkmenistan Balkan bölgesinin kuzeyinde bulunur.
13. yüzyılın sonlarına doğru kurulan yerli etnik bir topluluk olan ve Türkçe konuşan, hükümdarları “Harezmşah” olarak bilinen “Harezm” (Harizm) medeniyeti de bu topraklarda yaşamıştır.
Karakalpakya Özerk Cumhuriyeti’nin kendi devlet sembolü, marşı, arması, bayrağı, anayasası ve parlamenter hükümeti bulunmaktadır. Büyük çoğunluğu Müslüman, Sünni olan ülke, 12 şehir ve 14 kent tipi yerleşim bölgesinden oluşmuştur.
Karakalpaklıların kısa siyasi tarihine bakarsak;
Karakalpakistan, Nisan 1925 yılında Kazak Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin özerk bir bölgesiydi ancak bu özerk bölge 20 Temmuz 1930’da SSCB kontrolüne geçer ve 20 Mart 1932 tarihinde “Karakalpakistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” statüsünü kazanır. Aralık 1936’da Özbekistan SSCB’ye bağlanır ve Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içinde Özerk Karakalpakistan Cumhuriyeti olarak varlığını sürdürür.
Özbekistan ve Tacikistan gezi notlarında anlatıldığı üzere, Stalin döneminde özerklik verilecek ülkelerin sınırları belirlenirken, bu sınırlar ülkelerin birbirleri ile her an karşı karşıya gelebilecek şartlar düşünülerek çizilmişti. “Büyük oyun” burada da uygulanmış, bir ülke toprakları içine başka bir ülke yerleştirilmişti.
Özbekistan’ın en büyük coğrafyalarından biri olan Karakalpakistan, dışişlerinde ve mali durumunda Özbekistan’a bağlı olarak varlığını devam ettirmektedir. Ancak Karakalpakistan Cumhuriyeti anayasasına göre, referandum sonucuna bağlı olarak Özbekistan’dan ayrılma hakkına sahiptir.
Karakalpak Adı Nereden Gelir? Karakalpaklar Nasıl Ortaya Çıktı?
13. yüzyılda Cengiz Han’ın Aral Gölü bölgesine yaptığı akınlar sebebiyle bu bölgede yaşayan halklar göç etmek zorunda kalmışlardır. Karakalpaklar da 11.-14. yüzyıllar arasında Don Nehri kıyısına göç etmiş, fakat bir kısmı ata yurdu olan Aral Gölü çevresini terk etmemişler. Tarihi kaynaklara göre 12.-14. yüzyıllar arasında Şımbay ve Devkara bölgelerinde Karakalpakların yaşadığı anlaşılmıştır. 13. yüzyılda Harezm bölgesinin Altın Orda Devleti’nin yönetimine geçmesinden sonra İdil kıyılarında yaşamakta olan Karakalpaklar ata yurtlarına geri dönmeye başlamışlardır. Bu nedenle 14.-16. yüzyıllar arasındaki Karakalpak tarihi Harezm tarihiyle iç içedir.
1502 yılında Altın Orda Devleti yıkıldıktan sonra birçok Türk kabilesi diğer bazı beylerin etrafında toplanarak yeni devletler kurmuşlardır. Bunlardan en önemlileri Nogay Hanlığı ve Özbek Hanlığıdır. Karakalpaklar bu dönemde Nogaylarla hareket ederek diğer devletlere karşı seferler düzenlemişlerdir. 1642 yılında Nogay Hanlığının yıkılmasıyla bir kısım Türk topluluklarının olduğu doğuya yani Amuderya ve Siriderya (Seyhun ve Ceyhun Nehirleri) boylarına gelmiştir. Bu bölgeye geldiklerinde burada bulunan Türk boyları, yeni gelenlerin başlarına taktıkları kara kalpaklarından dolayı “Karakalpaklılar” olarak adlandırmıştır. Çoğunlukta Kıpçak etnik kökenli olan bu kabileler zamanla Özbekler, Kazaklar ve Türkmenlerle karışarak yeni bir etnik topluluk olmuşlardır. Yakın tarihteki kökenleri Nogay Hanlığına dayanan Karakalpaklar, günümüzde Kıpçak, Oğuz, Başkırt, Nogay, Kazak, Özbek, Türkmen gibi Türk unsurların karışımıyla oluşmuş bağımsız bir kabiledir.
Karakalpakistan’ın bulunduğu coğrafya, petrol ve doğal gaz kaynakları açısından zengin bir bölgededir. Sovyet Rusya zamanında bu bölgede pamuk yetiştiriciliği yapılmaktaydı, ancak suya çok ihtiyacı olan pamuk yetiştirilmesi için Aral Gölü’nün kullanılması, bu gölün zamanla sularının çekilmesine ve koca gölün kurumasına sebep olmuştur. Aral Gölü, şu anda dünyadaki küresel ısınmanın yarattığı olumsuzluklara sembol olan coğrafi oluşumlarından biri konumunda bulunmaktadır.
**
Özbekistan, Hiva’dan karayolu ile Karakalpakistan Cumhuriyeti sınırlarından giriyoruz, askeri kontrol noktası var ama bizi çevirmediler, doğrudan geçtik, bir süre sonra Elli Kale Kapısı’na kadar geldik. Çölün ortasından gidiyoruz, geçmişte buralarda yaşam kolay değilmiş. İnsanlar baskınlara, soygunlara karşı korunmak için yaşadıkları bölgelere kaleler yapmışlar. Saldırı sırasında herkes kalenin içine sığınarak mücadele etmiş. Zaman içinde kaleler elli kadar olmuş ve bu nedenle bu bölgeye “Elli Kale”, bölgeye ulaşan ana yol üzerine yapılan büyük kapıya da “Elli Kale Kapısı” demişler. Bir kısım yerleşim, tarım, hayvancılık ve diğer yaşam için gerekli işler kale çevresine yakın yerlerde yapılır, en yüksek yerde bulunan kale gözcüsü tehlike haberi verince hem korunma hem de bölgeyi savunma amacıyla herkes kalede toplanırmış. Arazi yapısı genelde düzlük ve çöl olduğu için saldırılar uzaktan fark ediliyor olmalı.
Her kale, genelde bulunduğu şartlara veya duruma göre isim almış. İlk önce;
Ayaz Kale; İsminden de belli, özellikle kış aylarında, ama yazları da çok soğuk ve ayaz olurmuş. Ayaz Kale, İpek Yolu üzerinde olduğu için, saldırganlara karşı kervanların da sığınabileceği ve bir süre konaklayabileceği şekilde yüksek bir tepede, büyükçe alan üzerine inşa edilmiş. Antik ve Erken Orta Çağ döneminde Amur Derya Nehri’ni ve Harezm bölgesinin güvenliği sağlamak, göçmen ve saldırılardan korunmak amacıyla kerpiçten yapılan kalelerin kalıntıları hâlâ ayakta. Kalelerin içinde ve çevresinde saray kalıntıları ve yerel tarım yapanların izleri halen bulunmaktadır. Hava şartları ve çöl etkisi ile yüz yıllar boyunca büyük kısmı tahrip olmuş, bugün sadece enkaz kalıntılar kalabilmiş.
1940 yılında yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tarihi Ayaz Kale kompleksi, bölgedeki üç büyük kale kompleksinden biri olup, şu anki Karakalpakistan’ın Buston bölgesinde, Ayaz Gölü’nün yanındadır.
MÖ 4. yüzyılda yapılan, Kuşan İmparatorluğu döneminde kurulan ilk kalelerden biri olduğu düşünülmektedir. İki katlı bir yapı olan kalenin güney cephesinden bir girişi bulunmaktadır. MÖ 3. yüzyılda ise kale duvarlarını desteklemek amacıyla eklemeler ve gözetleme kuleleri yapılmıştır.
Toprak Kale; MS 2. yüzyılda Harezm Hükümdarı Artav (Artabanos) tarafından yaptırılan kalenin de içinde bulunduğu bölge, MS 2.-3. yüzyılda Chorasmia’nın başkenti ve antik bir saray kentiydi. Tarihi, MS 1. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar olan bir dönemi kapsayan tarihi kentte yapılan kazılarda, Zerdüşt tanrılarını temsil eden duvar resimleri, paralar, takılar bulunmuştur ve tarz olarak da Kuşan İmparatorluğu’nun etkisini yansıttığı düşünülmektedir.
Önemli elli kaleden biri olan Toprak Kale, dönemin şartlarına göre toprak-kerpiç yığma olarak yapılmış, bu nedenle de Toprak Kale adını almıştır. Büyük bir alan üzerinde, korunaklı duvarlar ile çevrili bir alan içinde, mabet, çarşı, pazar, alışveriş meydanı, ayrıca buraya özel Harzerm Şah hükümdarları için saray ve bütün bunları korumak amaçlı köşelerde gözetleme kuleleri ve savunma kaleleri ile bir bütün komplekstir. Elli Kale arasında en itibarlı olan kalelerden biridir. Saray bölümünde, kabul salonu 280 m² olan Toprak Kale, diğer kaleler gibi bakıma muhtaç. Kendi halinde zor iklim şartlarında ayakta durmaya çalışıyor ama geri dönülmez şekilde yok olma yolunda.
Koi Krylgan Kale, Antik Tapınak Kompleksi;
Yerel olarak Qoy Qırılg’an Qala olarak da adlandırılan Koi Krylgan Kale, buradaki önemli arkeolojik sit alanlarından biridir. MÖ 400 civarında, Harezm bölgesine hükmeden Chorasmian Afrighids hanedanlığı sırasında büyük bir tören merkezi ve kompleksi olarak inşa edilmiş. Sulu ve verimli topraklarda refah içinde sürdürülen yaşam, MS 400 yıllarında terk edilmiş. Sıra dışı bir tapınak olan Koi Krylgan Kale’de 1951’den itibaren başlayan kazılar sonrasında, 1952 ve 1957’de arkeolojik yerleşim yerlerinin büyük bölümleri açığa çıkarıldı. Merkezinde dairesel planlı, sur duvarları ve 87 metre çapında bir daireyi çevreleyen 9 kuleli anıtsal yapıların olduğu kalenin, Harezm hükümdarları için olası bir mezarlık alanı olarak hizmet ettiği düşünülmektedir. Kazılarda çok sayıda döneme ait tarihi eserler bulunan kompleks, bugün diğer kaleler gibi kaderiyle baş başa bırakılmış durumda.
Yakınlarda, ulaşım mesafesinde başka kale var mı diye bakınırken ileride birkaç çadırın olduğu bir yer fark ettik, burada yaşayan birileri olabilir diye vardık gittik. Kadın çıktı önümüze gözleri parlıyor, Türkçe “Hoş geldiniz, hoş geldiniz,” diye karşıladı, Türk olduğumuzu duyunca daha da keyiflendi. Artık Türkçe konuşuyoruz, lehçe var ama anlaşıyoruz, sorun yok. Çocukları, çalıştıkları için buraya pek gelmezlermiş, kocası da bazı ihtiyaçlar için alışverişe gitmiş. Etrafta develer dolaşıyor, kimindir bunlar, ne yaparsınız bunları derken konu deve sütüne ve deve ayranına geldi. Hatırlıyorum, Libya Başkanı Muammer Kaddafi her gün yeni sağılmış taze deve sütü içerdi, çok kere okumuştum, hatta yurt dışı seyahatlerinde bile uçaklarından birisi deveye tahsis edilmiş, götürürdü hep yanında deveyi. Yok, yok deve onları görsün, toplantılara katılsın, bilgilensin diye değil! Kaddafi, her sabah taze deve sütü içmek istediği için, mübarek hayvan ne çekmiştir herhalde uçağa binerken, uçarken falan. Neden böyle yapıyordu Kaddafi, uzun yaşayacağını düşünüyordu ama olmadı, öldürüldü. Devenin bir faydası olmadı yani, Arap kültürü böyle bir şey, çok fazla bilinmeyenli denklem gibi, şimdiye kadar anlayan çıkmadı daha. Neyse konumuza dönelim, sorduk kadına, “Bu develer süt veriyor mu?” diye, “İster misiniz?” diye sorunca cevap “Evet” oldu. Tadı güzel, biraz yoğun gibi, bir bardak tamamdır, bağırsakları bozabilir, yolda sıkıntı yaşamayalım. Deve ayranı neymiş dedik, deve sütünden yoğurt olmazmış, nasıl oluyor o zaman deyince, sütü doğrudan yoğurt ile karıştırınca hemen oluyormuş, kaynatmaya gerek yokmuş, hani olmasa da olur gibisinden. Muhtemelen içtiğimiz süt de kaynatılmamıştı. Birkaç saat vakit harcadık, iyi geldi, hafiften dinlenmiş olduk. Misafirperverliğine, alakasına teşekkür edip, develere de el sallayıp yola devam.
**
Aral Gölü yakınlarında, Karakum, Kızılkum ve Taşlı Çöllerinin ortasında nüfusu 320 bin olan Karakalpakistan’ın başşehri ve en büyük yerleşim yeri Nukus’a geldik. Sovyet mimari tarzının tipik yansıması olan şehir, çölün ortasında bir Sovyet vahası gibi. İlk göze çarpan, yeniden yapılan genişletilmiş yolları, çok katlı olarak yenilenen binaları ile hızla modernleşme yolunda olan kent. Burada en önemli, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri dünyanın en iyi müzelerinden biri olarak değerlendiren Savitskiy Sanat Müzesi, burayı sonraya bırakıp şehri dolaşıyoruz, kendi halinde, sakin, telaşı olmayan bir yer.
Bazı kayıtlarda Nukus’un daha uzun bir tarihe sahip olduğu belirtilse de şehrin kuruluş tarihi 1960 olarak kabul ediliyor. Ancak kentin topraklarında MÖ IV’den. MS VI ya kadar başka medeniyetlerin yanı sıra Harezm Hanlığı sakinleri tarafından inşa edilen bir Shurcha yerleşim yeri olduğu anlaşılmış.
Nukus, dört bir yandan Karakum, Kızılkum, Aralkum Çölleri ve gerçek bir kayalık çöl olan Üstyurt Platosu ile çevrili olmasına karşın yeşillikler ve çiçeklerle dolu bir şehir, anlaşılan epey çaba harcanmış.
**
Orta Asya coğrafyasında önemli yerlerden biri de geçmişte Aral Denizi diye anılan, bugün suyu tükenmiş Aral Gölü. Kuzey güney ekseninin doğusunda kalan büyük kısmı Karakalpakistan, batı kısmı da Kazakistan sınırları içinde olan, önceki yıllarda 68.000 km² yüzölçümüyle Asya’nın ikinci, dünyanın dördüncü büyük tatlı su gölüyken son yıllarda aşırı tarımsal sulama nedeniyle eski yüzölçümünün %90’ını kaybedip ufalmış Aral Gölü.
Gelecekte belki böyle bir yer olmayabilir düşüncesiyle ve göl yatağında terk edilmiş gemilerin yarattığı “gemi mezarlığını” fotoğraflamak için gece yarısında çıkıyorum yola. Sabah gün aydınlanmadan önce güneşin doğuşuyla bölgenin fotoğrafını çekmek istiyorum. Şoförle ben, yol uzun, 320 km. Uyku durumunu merak ediyorum, sordum yorgun musun, diye, işten çıkmış gelmiş, belli yorgun, uyutmamak için gevezelik yapıyoruz, hayatı, yaşantısı, ailesi, inançları falan, neyse sorunsuz bir şekilde programladığımız zamanda geldik Moynak’a. Moynak, ülkenin kuzey batısında, Aral Gölü’nün güney kıyısında hareketli bir liman kentiymiş geçmişte. Hava -4 derece, çöl iklimi, rüzgâr da kuvvetli olunca, kat kat giyindik ama bu sefer de hareket kabiliyeti kısıtlanıyor, yapacak bir şey yok, şartlar bu.
Moynak, balıkçıların, karşı sahil Kazakistan’dan gelen teknelerin limanıymış. Geçmişte, gecelerin hareketli olduğu, canlı ve zengin bir kent iken, bugün karanlıklara bürünmüş, hayatın söndüğü, gençlerin işsizlikten terk ettiği, yüksek oranda yaşlıların yaşadığı, solgun ve kırgın şehir durumunda. Gemicilikle ilgili bütün sanayi ve iş hayatı bitmiş, balık işleme fabrikaları kapanmış, nüfusun birkaç binlere düştüğü şehir Moynak. İş imkân olmayınca hayat umutları solmuş insanların çoğu Rusya veya başka ülkelerde iş arıyor.
Bugün buralar halen Aral Gölü olarak anılıyor, ancak sular kilometrelerce çekilmiş, göl tabanı üzerinde terk edilmiş, paslanmış, çürümüş onlarca yan yatmış gemi, sular çekilince çöl ikliminin daha da hâkim olduğu sert ve rüzgârlı yerde otların arasında kaderiyle baş başa balıkçı tekneleri. Göl %90 oranında küçülmüş, kuzey ucunda ve Kazakistan tarafında küçük göletler, gölden son hatıralar.
Önceleri yüzlerce gemi varmış, tekne sahipleri, yerel yönetim bunları parçalayarak buradan taşımışlar. Bazıları burada kaderlerine terk edilmiş, hem turist gelsin diye hem de Aral’ın kaderine dikkat çekmek için. Benim de sebeb-i ziyaretim “Moynak Gemi Mezarlığı” diye bilinen buraya gelip, bu kadersiz teknelerin fotoğrafını çekmekti.
Hava çok soğuk, rüzgâr ve ayaz, parmaklarımı zor kontrol edebiliyorum, geldik yapacağız, güneş yükseldikçe hava yumuşamaya, gidererek ısınmaya bile başladı. Görev tamamladı. Öğleye doğru 23 derece sıcaklık, kat kat giydiklerimi, kat kat çıkarıyorum.
Neden Aral Gölü bu duruma geldi, neden suları çekildi?
Orta Asya’nın tam kalbinde yer alan dünyanın dördüncü büyük tatlı su kütlesiyken bugün gölden eser yok. BM Genel Sekreteri, Aral Gölü’nün kurumasını yer kürenin en şoke edici olaylarından biri olarak belirtmişti.
Aral Gölü, kapalı havza özelliği gösteren bir göldür. Karakalpakistan ve Kazakistan arasında yer alan Aral Gölü havzası, esas itibarıyla Ceyhun, Seyhun ve Zerevşan Nehirlerinin havzalarının birleşmesiyle oluşur. Sovyetlerin ekonomik modeli uyarınca 1960’lardan itibaren pamuk tarımı için geniş çaplı sulama faaliyetlerine girişilmiş, Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin suyu ciddi oranda kullanılmış ve o günden itibaren göl şiddetli bir kuruma ve küçülme sürecine girmiş. İlk etapta küçülme kuzey ve güney kısımlarda başlamış, 2003 yılında da gölün batı ve doğu olarak ayrıldığı gözlemlenmiş. Bugün kalan az sayıdaki göletler de hâlâ küçülmekte, suları kirlenmekte ve tuzlanmakta, dolayısıyla gölün doğal ekosistemi çökmüş durumda. 2005 yılında Aral Gölü’nün kuzey kısmında Seyhun üzerinde, Kazakistan tarafından tamamlanan Kök-Aral barajıyla su seviyesi 30 metreden 42 metreye yükselmiş, tuzluluk oranı düşmüş ve balıkçılık kısmen canlandırılmıştır. Karakalpakistan kısmında da Ceyhun Nehri’nin drenajıyla su kütleleri ve düzenlenmiş yapay göller oluşturulmasına yönelik çabalar devam ediyor.
Kışları soğuk ve yağışsız, yazları ise çöl sıcaklarıyla geçmekte ve kıt olan yağış miktarı da bahar mevsimlerinde düşmektedir. 1960’lara kadar Aral Gölü’nün su dengesi nehirlerin iç akışı ve buharlaşma dengesi üzerine kuruluydu, ancak Sovyet endüstri hamleleri nedeniyle son 50 yılda bu döngü bozulmuştur.
Gölün oluşturduğu durumun en belirgin şekilde kendini hissettirdiği yerleşim alanlarının başında ise bir zamanların liman kenti Moynak geliyor, bugün harabeye dönmüş vaziyette, tarihinin en dramatik günlerini yaşıyor. Eski günlerden eser olmayan kentin girişinde gölün maruz kaldığı facianın izleri fark ediliyor. Kıyılarında gemi enkazları yer alırken, bir zamanlar bin beş yüz kişinin çalıştığı ve İkinci Dünya Savaşı’nda Rus askerlerine konserve balık gönderen entegre fabrikasında ise cinler cirit atıyor.
İşte geçmişin Aral Denizi olarak bilinen, Aral Gölü’nün yok olma hikayesi. Bugün pamuk da zorda, koca Aral Golü de bitmiş, bir zamanlar balık cenneti olan gölün kurumasıyla ortaya çıkan bozkırlarda artık karada kalan tekneler gökten düşmüşler gibi bir izlenim veriyor.
**
Mizdakhan Mezarlığı;
Moynak şehrini kaderi ile baş başa bırakıp yola devam, Mizdakhan Mezarlığı’na gidiyorum. Nukus yakınlarında, tarihi MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan, çok büyük bir alan üzerinde binlerce mezar, türbe, medrese olan bir yer. Geçmiş dönemlerde Zerdüşt mezarlığıymış ancak zaman içerisinde bölgede Zerdüştlük azalmaya başlayınca, Müslümanlar da buraya gömülmeye başlamış.
Mizdakhan, MÖ 4 yy. Hazerm Hanlığının en büyük şehirlerinden biriydi ve yaklaşık 1.700 yıl boyunca yerleşim yeri olmuştu. Zerdüştlerin yaşadığı bu şehrin yakınında, mezar yeri inşa edilmiş ve burada da ölülere Zerdüştlük geleneklerine göre işlem yapılıyormuş. Zerdüştler, ölülerini, toprağın kirlenmesini önlemek için, cesetlerin çürümesi ve hayvanlar tarafından yok edilmesi için “sessizlik kulesi” denilen dairesel, yüksek bir tepenin veya yapının üstüne bırakırlardı. Cesetler, genellikle akbabalar ve diğer leş yiyiciler tarafından yenir, geriye kalan kemikler ve iskelet kalıntıları önce geçici bir mezara gömülür, birkaç yıl sonrasında iskelet kalıntıları çıkarılır ve “ossuary” denilen bir sandık, kutu, küp, gibi kaplarda muhafaza edilirdi. Bu büyük mezar alanları yerine, daha çok sayıda ölünün daha az bir alanda muhafazası anlamına geliyordu.
Antik dönemde bölgenin savunmasını yapan “Gyaur Kala” kalesinin kalıntılarının yakınında bulunan antik Mizdakhan Mezarlığı, Karakalpakistan’ın en eski ve en çok ziyaret edilen hac yerlerinden biridir. Araplar, buraları işgal etmeden önce kalenin Zerdüştler tarafından kullanıldığını öğrenince, burayı “kafirlerin kalesi” anlamına gelen “Gavur Kale” olarak adlandırmışlar.
VIII. yüzyılda kalenin Araplar tarafından ele geçirilmesinden sonra, Zerdüştlük dini Orta Asya’da yasaklanmış, Zerdüşt cenazeleri de Müslüman dinine göre Mizdakhan Mezarlık alanına gömülmeye başlanmıştı. Efsaneye göre Adem’in mezarının da Mizdakhan Mezarlığında olduğu kabul edilir, bu da buranın kutsal bir yer olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Ayrıca Adem’in hayali mezarının üzerine dikilen türbenin özel bir anlamı da vardır. Her yıl türbenin duvarlarından bir tuğla düşer, efsaneye göre, son tuğla düştüğünde dünyanın sonu “kıyamet günü” başlayacaktır, bu yüzden buraya gelen hacılar, Tanrı’nın dualarını duyduğuna ve tuğlaları yeniden yerine koyduğuna inanırlar. Bu nedenle burası hac yeri olarak da kabul edilir.
Timur, 14. yy.da buralara başarılı seferler yapmış, bölgeyi kontrol altına almış, Mizdakhan şehrini ve diğer yerleşim yerlerini yerle bir etmişti. Boşaltılan şehir o tarihten itibaren mezar yeri olarak kullanılmış. Buradaki türbe ve mescitlerin çoğu o döneme aittir.
Mezar yerlerinde yapılan kazılardan çıkan bulgulara göre Orta Çağ’da, Zerdüştlük ve İslam geleneklerinin iç içe geçtiği anlaşılmaktadır. 5000 yıllık geçmişi olan bu arkeolojik sit alanı halen Zerdüşt ve Müslümanların mezar yeri olarak kullanılmaktadır. Müslüman bölümündeki mezarlarda Zerdüştlüğün etkisi halen görülmektedir.
Burada neredeyse binlerce türbe ve mezar var, hepsinin de faklı hikayesi var, bunlardan önemli olan ve buraya gelenlerin genelde ziyaret ettikleri türbeler;
- 14. yüzyılda Mizdakhan hükümdarının güzel kızı Maslum Khan ile zengin ve asil birçok kişi evlenmek ister ancak güzel prenses fakir bir adama aşıktır. Gelen evlenme tekliflerini kabul etmez, durumu öğrenince öfkelenen kral, kızının, bir gecede gökyüzü kadar yükselecek bir kule inşa edecek biriyle evlenmesine izin vereceğini ilan eder. Sevdalı işçi, onun aşkından ilham alarak böyle bir minareyi bir gecede yapar ve sabahleyin kızı istemek için saraya gelir. Ancak hükümdar yine de kızının evlenmesine izin vermez. Kederli genç, kendi yaptığı minareden atlar, onun peşinden güzel prenses de. Ruhlarının ölümle birleştiğine inanılır. Kral bu duruma çok üzülür ve genç aşıkların birlikte gömülmesini, minarenin tuğlalarından yapılmış mezarlarının üzerine de bir türbe yapılmasını emreder.
Bu türbe başta umutsuz aşıklar olmak üzere bütün aşıkların uğrak yeri olmuş.
- Müslümanlığın buralarda olmadığı dönemlerde, Shamun Nabi adında biri, Harezm ülkesine Peygamber Muhammed’in elçilerinden önce gelir ve insanları tek Tanrı’ya inanmaya davet eder. Kendisinden önce buralara gelen Yahya ve Zakaria, Hristiyanlığı yaymak için gizliden çalışmalar yapıyorlardı ancak yakalanıp zindana atılmışlardır. Shamun Nabi saraya önce koruyucu olarak girer ve ardından yavaş yavaş devletin saymanlığına yükselir. Yahya ve Zakaria’nın hapsedildikleri yeri öğrenir ve hükümdar Gaur’a, ikisinin de peygamber olduğunu ve faydalı olabileceklerini açıklayarak serbest bırakılmalarını ister. Kral, gerçekten peygamber olduklarını kanıtlamaları şartıyla serbest bırakılmalarını kabul eder ve bunu yapmak için, ölüleri diriltmelerini ve kör kızının iyileştirmelerini ister. Peygamberler ölüleri diriltir ve kızın körlüğü tedavi eder. Bunun üzerine Yahya ve Zakaria serbest bırakılırlar. Ayrıca Shamun (Simon) da birçok mucizeler yaratır, amansız hastaları tedavi eder, hava durumunu ve gök cisimlerinin hareketlerini kontrol eder. Daha birçok özelliğinin yanı sıra ve de hiçbir şeyden korkmayan kahraman savaşçı, bütün vahşi hayvanların dilini de konuşabiliyordu.
Valla (!) bütün bunlara ister inanın ister inanmayın ama böyle efsaneleri olan yüzlerce türbe var burada, hepsinin hikayesi farklı, hepsinde hikayeler mucize yüklü, hepsinin inananları, müşterileri farklı. Bütün din ve inançlarda vardır, bir şeylerden medet ummak. Çocuk isteyen, evlenmek isteyen, ev, iş, para, neler neler isteyenler bu türbelere gelip, dua edip, adak adıyorlar. Olursa Allah’tan, olmazsa istemeye devam, acele etme! Türkiye’de “türbeler” diye kitap yayınlanmıştı, aynı hikayeler.
Bütün din ve inançlarda hatta aynı din ve inançlarda bile coğrafyaya bağlı olarak ölümden sonrası için neler olacağı konusunda inanışlar farklıdır, dolayısıyla defin işlemleri ve mezarlar çok farklı. Dünyanın birçok yerinde farklı din ve inançlara ait mezarları ziyaret etme fırsatım oldu, düşünemeyeceğiniz kadar uçlarda gelenekler var. Dünyadaki Müslüman mezarları ve defin olaylarında da çok farklı ritüeller var. Bunlardan hangisi Tanrı katına çıkmak için doğru, mantıklı ve akili anlaşılır cevap veren olur mu dersiniz. Peki çok mu önemli? Bilmiyoruz, inanç seviyenize bağlı!
Burası, büyük bir alanda ağırlıklı olarak Müslümanlara ait mezarların olduğu en ilgimi çeken yer, Müslümanların cenazeleri defnetme geleneği bizim bildiklerimizden, duyduklarımızdan çok farklı;
Merak ettim, Müslüman cenazeleri nasıl defnediliyor diye;
Mizdakhan Mezarlığı’nda İslami cenaze usul ve törenleri Zerdüştlüğün etkisinde devam ediyor. Kabristandaki, Karakalpak Müslüman mezarlarının çoğunun üstü örtülmüş değil. Bu, Zerdüştlerin cenazeyi gösterme geleneğinin bir yansıması.
Cenaze, kabristana, kefenlenmiş olarak birkaç metre uzunluğunda ahşap merdiven üzerinde omuzlarda getiriliyor. Merdiven derken, hani duvara dayayıp yüksek bir yere çıkmak için kullanılan basamaklı merdiven. Cenaze, iki metre derinliğinde çukurun içinde ayrıca kazılan oda gibi bir yere konuluyor. Sonrasında, çukur samanla dolduruluyor, üzeri de toprakla kapatılıyor ve bunun üzerine de cenazenin getirildiği ahşap merdiven konuluyor. Zaman içinde, yağmur gibi olaylar sonucu samanın üstündeki toprak çöküyor ve mezar yeri çukur olarak ortaya çıkıyor. Merdiven de mezarın üstünde yer seviyesinde kalıyor. Okunan dualar falan tören kısaca böyle bir şey. Toprağın çöküp, çukur oluşması, ahir zamanda ölünün yeniden dirildiği zaman toprak altından kolay çıkması için, merdiven ise gökyüzüne Tanrı katına ulaşması için basamaklar. Ulaşan görülmüş mü bilinmez ama ya olursa diye devam. Genelde bir düzen, bir sıralama olmadığı için, her taraf mezar çukurları. Bazılarının koruma amaçlı etrafı çevrilmiş ama çoğunda koruma önlemi olmadığı için çok dikkat etmezseniz her an çukura düşebilir, meftanın yanına kalıcı misafir olabilirsiniz.
Müslüman olmayanların gömüldüğü yerler de var, Zerdüşt veya gayrimüslimlerin gömüldüğü yerlere “gavur mezarlığı” deniyor.
Neyse, öbür dünyanın işlerini sonraya bırakalım, yola devam, gece yarısından beri sokaklardayım, uzun bir gün oldu.
**
Nukus’a yolunuz düşerse mutlaka uğramanız gereken muhteşem bir müze var. Burada böyle bir müze düşünemezsiniz.
Savitskiy Müzesi;
Moskova’dan bir sanatçı olan Ressam, Arkeolog Igor Savitskiy (1915–1984), 20. yüzyılın ortalarında Sovyet Bilimler Akademisi’nin Arkeolojik Harezmi Seferi’nin bir üyesi olarak Karakalpakistan bölgesine gelir. İlk başta bir kâşif/araştırmacı ressam olarak çalışan Savitskiy, bölgeye olan sevgisini fark eder ve Nukus’a yerleşmeye karar verir. Etnografik uygulamalı sanatlara ilgi duyan Savitskiy, genç Rus ve yerel ressamların resimlerinin yanı sıra Stalin döneminde zulme uğrayan sanatçıların da çok sayıda eserini toplamaya başlar. Ayrıca Özbekistan’dan, Moskova’dan, St. Petersburg’dan topladığı avangart sanatçıların resimleri, özgün baskıları, heykelleri ile birlikte 1966 yılında Nukus’da, Moskova’nın da desteği ile Karakalpakistan Modern Sanat Müzesi’ni kurar.
Bugün müzede, etnografi ve arkeoloji alanlarındaki 90.000 parçalık muhteşem koleksiyon, resim sanatına ait 15.000 adet eser, erken 20. yüzyıl Sovyet avangart sanatının Moskova’dan sonra Rusya/Asya’daki en büyük ikinci koleksiyonu sergilenmektedir. St. Petersburg’daki Rus Müzesi’nden sonra dünyanın en büyük ikinci Rus avangart resim koleksiyonuna sahiptir.
Burada, bu topraklarda yaşamış medeniyetler, Karakalpaklıların kültürleri, geçmişleri, gelenekleri hakkında her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.
Müzenin şehir merkezindeki yeni binası resmi olarak 2003 yılında hizmete açılmış.
**
Karakalpakistan parlamentosu, kendi içlerinde bağımsız yönetim kararları alabiliyor ancak Özbekistan’ının desteği ile ayakta duruyor, yurt dışı seyahatlerde Özbek pasaportu kullanıyorlar.
Kendini yenileme ve atılım çabaları içindeler ama işleri biraz zor gibi.
Ülkede sadece 3 tekstil fabrikası var, üretim anlamında öteye gidilememiş. Başşehir Nukus, hızla yenilenme çabasında, geniş caddeler, cadde üzerinde modern binalar var ve turizme açılmak istiyorlar. Aslında çöl ortasında vaha gibi bir yer, böyle olunca iklimsel olarak yaz kış, gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı işi biraz zorlaştırıyor.
Burada ve Orta Asya genelinde en çok merak ettiğim ve sorduğum soru, Sovyet dönemindeki yaşam mı, yoksa yeni bağımsız bir düzende yaşamak mı? Çoğunluk ortalaması; “Sovyet döneminde eğitim parasız ve daha iyiydi, sanat ve spor önemliydi, neredeyse herkes bu yönde eğitim alabiliyordu. Herkesin iyi veya kötü işi vardı, devlette çalışıyorduk, şimdiki gibi iş arama sorunu yoktu. Şimdi yollarımız daha geniş ve düzgün, özel araba sayısı eskiye göre daha fazla, ancak işsizlik çok, insanlar çalışmak için Rusya’ya veya becerenler yurt dışına çalışmaya gidiyorlar. Sovyet döneminde, yaşadığımız köye, şehre, bölgeye herhangi bir şey yapılacak olsa Moskova karar verirdi, aksi halde yapılamazdı. Bugün eğitim hem kötü hem yetersiz, iyi okullar paralı ancak imkânı olan gidebiliyor. Bu düzende işini götürebilen iyi şartlarda yaşayabiliyor, rüşvet ve yolsuzluk üst düzeyde, belki eskiden de vardı ama biz farkında değildik.” Cevaplar bu seviyede, anlaşılan insanlar giderek ayrışıyor ve sınıflar arası fark gittikçe açılıyor. Tabii ki bu soruyu kime sorduğunuz da çok önemli, altında kuvvetli arabası olan ile bisikletle işine gidip gelen, günlük yaşayan insanın cevabı farklı uçlarda. Ama çoğunluk yurt dışına kapağı atma çabalarında. Yani gerçek demokrasi ve insan haklarının olmadığı her yer gibi, bütün az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi.
Sevgilerimle
Hayrettin Kağnıcı
Ekim 2021