Humeyni gibi olmak
HUMEYNİ GİBİ OLMAK…
1900 yılında İran’da Humeyn şehrinde doğan Humeyni, gençlik yıllarında Şii önderlerinden olan babasının Sünni yanlısı olan Şah tarafından öldürüldüğünü zanneder ve o tarihten itibaren içinde Şah rejimine ve desteklediği Sünni Müslümanlara karşı isyan başlar. Ülkenin İslami kurallar ile yani şeriat kurallarına göre yönetilmesi yolunda büyük mücadeleler vermiş, hapis yatmış, önce Türkiye sonra Irak’a sürgün olmuş, oradan Batı devletlerinin teşviki ile Paris’e yerleşmiş, buradan İran’da Şah Rıza Pehlevi’ye karşı hareketleri organize etmiş, 1979 yılında Şah yönetimin yıkılmasından iki hafta sonra İran’a dönmüş, daha demokratik bir ülke için referandum yapılmış ve sonuç olarak kendini ömür boyu dini lider ilan etmiş ve Kum şehrine yerleşmiştir.
İran’da Şii inancına dayalı İslami şeriat rejimini kurduktan sonra devrim mücadelesi verirken, demokrasi, eşit haklar, adalet sloganıyla birlikte olan solcu, muhafazakar, aydın grup ve halkı saf dışı bırakan Ayetullah Humeyni, yüzbinlerce kişiyi öldürtür veya hapse attırır, tehlikeli diye üniversiteleri iki yıl kapatır, Sünni Müslümanlara da çeşitli zulümler yapar, 1988’de ani bir emriyle çoğu solcu-Komünist olan siyasi suçlardan hüküm giymiş, hapishanede bulunan bütün mahkumları mahkemesiz idam ettirir. 1980’de başlayan ve 1988’e kadar süren İran-Irak savaşı sırasında barışçı bir çözüm arayışını uzun süre kabul etmez ve savaşın Saddam devrilinceye kadar sürdürüleceğini ilan eder. Orta Doğu’da çeşitli ülkelerde yaşayan Şii militanları destekleyerek bölgede terörün artmasına sebep olur. Sonunda dünyanın en acımasız diktatörlüklerinden biri olmuştur. İran bayrağından uzun yıllar İran’ın simgesi olan aslan ve güneş amblemini kaldırılmış, yerine İslam Cumhuriyeti amblemi olan “Allah” yazısının logo şeklini koymuş, itiraz edenleri de cezalandırmıştır.
1989 yılı başlarında hastalandı ve aynı senenin haziran ayı başında öldü.
BBC’de yayınlanan, gizliliği kaldırılmış CIA raporuna göre, ABD Başkanı Jimmy Carter döneminde Humeyni ABD’den büyük destek almış, Amerika’nın etkisi ile İran ordusu da kısa sürede teslim olarak Humeyni tarafına geçmiştir.
Hatırlayanlar bilir, 1970’lerin başında İran’ın alt yapısı özellikle telekomünikasyon konusunda bizden ileriydi. Sosyal hayat daha moderndi, hanımların medeni hakları vardı. Humeyni döneminde İslami yönetim yani şeriat düzeniyle, kadınlar çarşafa girdi, özgürlükleri kısıtlandı, mahkemeler işlemez oldu hatta insanlar koyu renklerin dışında giyemez oldu. Kurallara, yasaklara uymayanlar recm, yani sokak ortasında taşlanarak öldürülür, kırbaçlanır, falakaya yatırılır, idam edilirdi. Molla Hazretleri nasıl uygun görürse öyle ceza uygulanırdı. Özellikle kadıların kararlı mücadelesi sonucunda son yıllarda yumuşama olmuş ancak birçok alanda olması gereken yerden çok geri kalmıştır.
**
Bir masalımız var çocuklar;
Bir varmış, bir yokmuş, 40 yıl öncesi kimsenin fazla ciddiye almadığı birisi, kendi kafasına göre devletin dışında dini esaslı eğitimlere başlamış. 1980’lerden itibaren gittikçe artan sayıda imam hatip okulları da bunların beslenmesine büyük katkıda bulunmuş. Devleti yönetenler de, kendilerinin yapması gerekenin başkaları tarafından yapılmasından katiyen rahatsız olmadıkları gibi destek bile vermişler. Hep merak edilirmiş, buralardan yetişen, din ağırlıklı eğitim alan bu çocuklar ileri de ne olacak diye. İşin boyutu öyle yere gelmiş ki çocuklar, sonraları Amerika’nın kontrolünde bütün dünyada örgütlenen bu modelin başındaki de kendisini Allah’ın elçisi, Dünyanın İmamı olarak ilan etmiş. Artık öyle kabullenilmiş ki, neredeyse son peygamber o. Bitmedi, onu görmek, haber almak, ondan bahsetmek sosyal kariyer sayılmış, hele hele konuşabilenler ise kendilerinin kafadan cennete gidebileceklerine inanmışlar… Başta bütün siyasiler her fırsatta övgü ve tapınma yarışına girmişler, en fazla ben seviyorum, en fazla ben tapıyorum diye. Vatandaşlar da merak ederlermiş, bu işin sonu nereye varacak, devletin bütün organlarına sızan bu hayalet insanlar ne yapacaklar diye. Hatta devlet bile bazı konuları onlardan sorar, onlardan öğrenirmiş. Yani, vesselam bu hazret her köşeyi tutmuş, her şeyi kontrol eder olmuş. Tapınmalar son haddindeymiş, ondan bahsetmek en büyük ibadet demekmiş, Tanrı katında çok büyük sevap sayılırmış. İnsanlar bu işin sonu nereye varacak diye hiçbir şey yapmadan, “Bize bir şey olmaz yaa!” diyerekten beklerlermiş. Merak ederler de aman ben karışmayayım, bulaşmasınlar bana derlermiş… Sonunda günlerden 15 Temmuz 2016’da darbe gibi bir şey olmuş. İşte ancak o zaman “konu” acıtmaya başlamış. Konu, nerden çıktı biliyor musunuz çocuklar? İnsanların kıçına kaçmış… Yani herkesin götüne. Önceden bakmadığı, ilgilenmediği, bana ne, bana bir şey olmaz dedikleri konu başlamış kıçlarını acıtmaya, çıkartmaya çalışmışlar ama öyle hemen çıkmaz kıçına giren o kocaman konu. Sonunda kurtulmak için 250 kişiyi kurban vermişler, çok hasar, zarar ziyan olmuş, çok acı çekmişler, çok üzülmüşler, çok perişan olmuş o köyün insanları. Ondan sonra çocuklar, o daha önce tapınan, ben senden daha fazla şeytanım diyen pezolar var ya, başlamışlar biat ettikleri büyük şeytana bok atmaya. En fazla bok atma, en fazla küfüretme, en fazla benim hiç ilgim olmadı deme yarışına girmişler. Yani beraber yola çıkanlar, birlikte her türlü pisliği işleyen yavşakların hepsi “ben hiç tanımıyorum, haberim bile yok vay anasına”yı oynamaya başlamışlar. Ama halk, “S..ktirin ulan bu kadar da olmaz, insanda biraz ar namus olur şerefsiz puştlar!” demiş. Ama bazı şefler de “Biz aldatıldık, hiç haberimiz olmamış” gibilerinden işi pişkinliği vurmuşlar. Sonradan öğrenilmiş ki, bu hayalet adamlar, orduya, polise, devletin bütün kademelerine, iş dünyasına velhasıl kelam bütün çatlaklardan her yere sızmışlar. Komutanlar, amirler, müdürler ne çok hayalet çıktı bilemezsiniz. Sonra yüz binden fazla hayalet adamı yakaladılar, baktılar hapishanede yer yok, bazılarını “Pardon ya yanlışlık olmuş siz suçlu değilmişsiniz.” diye hapisten çıkartıp onları yerlerine koydular. Büyük hayalet adamların hepsi kaçmış, gelin diyorlar ama onlar da başparmaklarını, işaret ve orta parmaklarının arasına sokup ellerini yumruk şeklinde şaklatarak sallamaya başlamışlar. Köy meclisinden birçoğu, büyük şeytana tapınanların arasında yokmuş gibi yapıyormuş. Sonra çocuklar, büyük şef eski hayaletlerden olduğu için hemen uyanmış işe, şöyle bir bakmış etrafa “Ulan bunların çoğu bizim tanıdık hayaletler,” demiş ve patlatmış bombayı “Ulan bundan sonra benim dediğimi yapmazsanız, bana tapınmazsanız hepinizi oyarım, eski şeytana tapındığınız için alırım içeri.” demiş. Şimdi eski hayaletler olmuş büyük şefin yeni hayaletleri, inanamazsınız çocuklar ne soytarılıklar, ne düzenbazlıklar, ne haysiyetsizlikler, ne yalakalıklar yapıyorlarmış… Yeni şef ne derse kimse dediğinin dışına çıkamıyormuş. Ondan sonracığıma, bu yeni hayaletler başlamışlar en fazla soysuz-şerefsiz ben olacağım diye kendi aralarında yarışa… Bir gün köy meydanında yapılan kapalı oylamada, yasak olmasına rağmen, sırf büyük şef görsün diye oylarını açık olarak büyük şefin istediği gibi kullanmışlar. Bence burada bu ibne hayaletler çok haklı. Ya eksik oy çıkarsa, büyük şef hepsini kabak gibi oyar, onlar da kâseyi deldirmemek için böyle yapmışlar. Hatta büyük şef, fırsat bu fırsattır deyip kendisini ayakta alkışlamayanları, biraz farklı düşünenleri bile tıkmış içeri. Neden mi? Nedeni yok, kimse büyük şefe soru soramazmış…
Hikâye burada biter. Var sayın ki bu planlanan operasyon gerçekleşse idi, bugün belki çok yüz bin kişi öldürülmüş, kayıp olmuş, izi bulunamamıştı. Medeniyet adına, çağdaşlık adına ne yapılmış ise yıkılmış, bitmiş, eski İran benzeri bir yerlerde olurduk. Aslında yukarıda Humeyni hikayesini de anlattım. Manzara şu; kadınlar iptal, yani siyahlar içinde, teşkilattan olmayan herkesin malına mülküne el konmuş, kanun, yasa, merhamet yok, korku ve ölüm sıradan. Evrenselleşme, teknoloji, hak hukuk lafları kullanımdan çıkartılmış, okullar dini merkez haline dönüştürülmüş… Olumsuzluk, gerilik, bağnazlık adına istediğinizi söyleyin yanlış olmaz. Şeriat, işte böyle bir şey. Her şeyin bir kişinin iki dudakları arasında olması. O, ne isterse kanun o, her gün değişebilir, herkese farklı olabilir ama onu sorgulayamazsın. Tek adam yönetimi, ben her şeyim ister öperim, ister düzerim. İşte tek kişilik yönetim bu.
Ha, ne diyorduk, o köyün insanları bu gerçek gibi hikâyeden ders almışlar mıdır? Hayır almamışlar.
**
Gelelim Türkiye’nin son on yıllık hikayesine. Gerçekten epey şeyler yapıldı. Şimdi, daha verimli olabilir miydi, liyakat daha önde olmalıydı, ekonomideki temel değerler daha iyi kullanılabilir miydi konularını konuşmanın zamanı değil. Bunlardan yanlış olanlar düzeltilebilir, doğru olanlar sürdürülür. Bugün geldiğimiz nokta temel değişiklik oluyor, yani isimlerimiz değişiyor gibi. “Kırk yıllık kani, olacak yani.” Tam oturmamış bile olsa demokrasiden teokrasiye geçiyoruz, yani dini devlet yönetim şekline. Nereden geldik buraya; hafızamızdaki son on yıllık notlara bakalım.
Türkiye’deki dini eğitim merkezlerine bakarsak, yaklaşık olarak;
Kur’an kursu sayısı; 4.000
İmam hatip okulları sayısı; 1.961
İmam hatip öğrenci sayısı; 968.401 (2015 yılı orta ve lise toplam)
Ensar vakıf eğitim kurumları sayısı; 200
Din görevlisi; 90.000
Cami yaptırma derneği sayısı; 35.000
Diyanet İşleri Bakanlığı bütçesi; 2001 yılında 302 milyon, 2007 yılında 1,7 milyar,
2016 yılında 6,4 milyar, 2017 yılında 6.5 milyar Türk lirası (ek ödenek ile tahmini 7,5 milyar.)
Yani, Bilim ve Sanayi, İçişleri, Kültür ve Turizm, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Gençlik ve Spor ile Dışişleri Bakanlıklarının da bulunduğu 11 bakanlıktan daha fazla bütçe ödeneği almış.
Başka rakamlara da bakalım;
Devlet okulu sayısı; 67.000
Hastane sayısı; 1.220
Sağlık ocağı sayısı; 6.300
Doktor sayısı; 77.000
Rakamlara fazla boğulmayalım ama bu rakamlardan şu çıkıyor, biz, sağlık için tıbbi destek yerine dua ile sağlığımıza kavuşmayı, teknoloji, sanayileşme, bilim sanat yerine ahirete yatırım yapmayı tercih ediyoruz.
En birinci yetkiliden gösterilen hedefler;
“Fizik dersleri ne kadar zorunlu ise din dersleri de o kadar zorunlu olmalı”, “Çocuklarımız atalarının mezar taşlarını okuyamıyor, herkes Osmanlıca öğrenmeli”, “Eğitim dine dayalı olmalı”, “Dindar nesil yetiştireceğiz” Böyle bin tane söylev…
Peki hocam, biz temel eğitimin neresindeyiz diye bakalım; OECD’nin her üç yılda bir yaptığı 15 yaş PISA eğitim seviyesi ölçme testine göre, Türkiye 72 ülke arasında, fen, matematik, yazma ve okuduğunu anlama sıralamasında ortalamada ellinci., Ha bir de öncekilere göre performans düşüklüğü de var. Ne yazdığımızı ne de okuduğumuzu anlıyoruz. Yani, “Oğlum ne yazıyo söle bakım.” diyor, sıçtı oğlan cevap yok, okuduğunu anlamıyor ki. “Peki oğlum dokuz kere yedi kaç eder?” sıçtı cevap yok. “Peki kızım sen söle kuşlar nasıl uçar?” abbov işte bu en baba uzmanlık sorusu hem de ne sıçmak. Hele havuz problemleri bize çok büyük gelir, doktora tezi gibi. Soruyu da anlamıyoruz zaten. Sıralamayı merak edenler için; BİRİNCİ Singapur, sonuncu Dominik Cumhuriyeti.
Arkadaşlar, gerçekten bu kadar din ağırlıklı eğitime ihtiyaç var mı? Bu çocuklar on yıl sonra yönetim kademelerine gelecekler, nasıl dünyaya entegre olacak, nasıl teknolojik atılım yapacaklar, bilim, teknik, sağlık, sanat konularında ülkeyi nasıl yukarılara taşıyacaklar? Takip edenler bilir, bugün bütün dünya “sanayi 4.0” diye büyük teknolojik devrim peşinde, ülkelerin ana gündem maddesi bu, çok büyük yatırımlar yapılıyor. Biz ne tarafa gidiyoruz? Neden her işimizin içine dini değerleri sokuyoruz, neden giderek dünyadan uzaklaşıyoruz, neden her şeyimizi dini esaslara bağlamaya çalışıyoruz? Her zaman ifade ederim, dindar olmak, vicdanlı olmaktır, vicdanlı olmak insan olmaktır. Hepimiz Allah’a ve O’nun yarattıklarına inanıyoruz. Bütün bunlar için şükranlarımı sunmak için dua etmek, yakarmak için Tanrı ile benim aramda başkasının işi ne? Dua etmek, şükretmek için beni benden daha iyi anlatan olmaz. Tabi ki dinin gerekleri vecibeleri yapılır, ancak bunları bağırarak, gösteriş gibi mi yapmak lazım, herkes duysun, görsün gibi. Din üzerinden çıkar sağlayan kim? Servet boyutundaki para bir nesilde elde edilmez, zenginlik on yıllık bir süreçte olmaz. Çevrenizdeki birçok insanı inceleyin, on yıl öncesi ve bugünkü varlıklarını. Gözleyin lütfen, on yılda kim nerelere gelmiş işaretleyin, kaç tanesi son yıllarda din maskesi takıp paralı olmuş. Doğru dürüst dua bile etmeyi bilmezler, hak yerler, çalarlar, haram yerler, çocuklara tecavüz ederler, en büyük namussuzlukları yaparlar ama camide en önde saf tutarlar. Biz de hoşgörü içinde bunlara bakar dururuz.
Sizce bütün bunlar bizim aymazlığımız mı? Yoksa planlı bir çalışma mı? Yukarıdaki rakamların artışına bakılırsa çok plansız sayılmaz gibi. Yıllardan beri, her yıl orta öğrenim müfredatı değişir, kitapların içeriği değiştirilir. Al sana rapor, çocuklar istatistiklerde son sıralarda. Artan din eğitimi. Allah aşkına, biz kimin dümen suyundayız, nereye gidiyoruz? Giderek artan din eğitimi ile hangi ülke başarılı olmuş? En açık örneği, Orta Doğu ülkeleri. Bir tane Arap ülkesi söylesenize orta gelişmiş ülke sınıfında olsun. Adamlar sıralama da bile yoklar. Bunların nesine özeniyoruz?
Humeyni’nin yarattığı İran, çok mu aferin alacak durumda? Petrolleri var ama bin bir ızdırap, perişanlık, varlık içinde yokluk. Hak, hukuk, adaletten eser yok, sosyal hayatta birçok şey günah diye yasaklanmış, birçok şeye sınırlar getirilmiş, her şey adamın iki dudağı arasındaydı, bugün de aynı… Çok büyük mucize yaşadık gerçekten 15 Temmuz günü. Şayet darbe başarılı olsaydı ne olurduk, gözlerinizi kapatın düşünün bakalım, Fethullah Gülen başkan… Sen aynı yerde mi olacaktın, ailen, işin, düşün bakalım… Türkiye kimin kucağında? Ne zannediyorsun, kim nerede olurdu belirsiz. Olayları fazla hafife alıyoruz galiba. Çok büyük bir girdabın içindeyiz. Keskin viraja çok yaklaştık. Çok fazla aklıselim, çok fazla akıllı olmamız gerekir. Bırakalım aramızdaki didişmeyi.
Yakında, Türkiye için büyük karar, rejim değişikliği; başkanlık mı yoksa demokrasi mi?
Bakalım başkanlara; Bize en yakın örnek Humeyni. Allah aşkına okuyun, istemediğiniz kadar doküman, bilgi, belge var. Neler yaşanmış neler? Sonuç, çok mu özlediğimiz bir düzen, çok mu başarılı gelişmiş ülkeler arasında? Hitler; İlk yola çıktığında kendini, Allah’ın Almanya’yı kurtarması için yolladığını söyleyen, anlatan biri. Başkanlık seçiminde sloganı “tek millet, tek başkan, tek evet”ti. Sayılamayacak kadar çok, vahşice öldürülen insanlar. Almanya, Hitler’den önce de sanayide ileriydi. Çok mu beğeniyorsunuz bu insanlık dışı işkenceleri? Venezuela; Dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip, can ve mal güvenliği olmayan en adaletsiz ülkesi. Başkan Hugo Chavez partisinin hazırladığı anayasa ile başkan seçilmiş, meclisin kendisine verdiği “ülkeyi kararname ile yönetme” yetkisi ile uzun yıllar başkan olarak kalmış. Birçok olaylar yaşanmış, ölümünden sonra yardımcısı asıl mesleği otobüs şoförlüğü olan Maduro geçici başkanlığı devralmış, ardından göstermelik olaylı seçim ile başkanlığa devam. Biraz araştırın, ne hikayeler var, kısaca her şey başkanın elinde. Partisinin adı da “Sosyalist Parti” ha, yanlış olmasın.
Bizde başkanlık sistemine geçmek istiyoruz. Neden? Tek başına iktidar olan parti için neden bu tek kişilik yönetim ısrarı, neden, bütün organlar, bütün yetkiler, her şey benim kontrolümde olsun? Zaten her şey yapılabiliyorsa neden daha fazlası? Bütün emir, komuta, yetkinin bir tek kişi de olması. Lütfen, değiştirilmek istenilen maddeleri tek tek inceleyin. Yaşı tutmadığı için bakkaldan içki, sigara alamayan çocuk, milletvekili olacak. 18 yaş, liselerin önüne gidin bakın, son sınıf öğrencilerinin hepsi potansiyel vekil adayları, memleketi yönetecekler öyle mi? Başkan, istediği sayıda adamı dışarıdan bakan olarak atayabilecek. “Ula nooldi, seçum yaptuk, milletvekilleri seçtük… Seçülen milletvekilleri nooldi?” Hepsi boş, sen maaşını al, evde otur ararız seni koçum, kaybolma ha… Bakanlar kurulu, başkanlar seçime bile girmemişler arasından olabilecek. Taslak değişiklikleri her yerde var. Tek tek okuyun, sorgulayın bakalım, bakanlar kurulu, yönetim, denetim, diğer bütün kuvvetler kimin eline geçecek. Sadece başkanın. Başkanlık, herkesin özel hayatına müdahale edildiği, başkanın istediği şekilde tek düze yaşam şekli. Onun sevdiği şarkı/şarkıcılar, onun sevdiği sanat/sanatçılar, onun hoşlandığı haberler, onun sevdiği insanlar, onun sevdiği diziler… Sadece onun hoşlandıkları. Atatürk bile meclisi kurduğu zaman bu kadar yetki talep etmemişti. Bugüne bakın, farklı ne görüyorsunuz? Size bu kadarı yetmiyor mu? Bırakalım bu “en büyük başkan, bizim başkan” çığırtmalarını. Var sayalım başkan, gerçekten muhteşem yönetim sergiliyor; yurt dışına çıktığında veya doğal / doğal olmayan ölüm halinde, başkanın yerine vekalet eden o an kendini asaleten atayabiliyor ve/veya istediğini yeni başkan seçebiliyor. Hadi bakalım, hani hayaletler burnumuzun dibine girmişler de haberimiz olmamıştı ya, o hayaletlerden biri başkan yardımcılığından yeni başkan olursa, hoop bundan sonra yeni başkan Feto olacak dese… Çok mu fantezi yaptım. 14 Temmuz günü size, 15 Temmuz’da olacakları anlatsalardı çok fantezi yapıyorsun derdiniz değil mi? Kaç kişi böyle bir şeye ihtimal verirdi? Genel Kurmay Başkanı’nın terörist diye yıllarca yargılanmadan tutuklu hali, askeri sırların bulunduğu kozmik odadan bütün savaş planlarının alınması… Kahraman ilan ettiğimiz asker, savcı, hakimlerin bugün hapislerde olduğunu veya kırmızı bülten ile arandığını… Son yıllara bakın, hafızanızı yoklayın, notlarını çıkartın, okuyun ne kadar çok fanteziler yaşıyoruz. Bırakalım, “Yaa, bize bir şey olmaz, biz neleri atlatmış milletiz” gibi ucuz lafları. Bize oluyor işte daha ne olsun? Başkanlık sistemi denince talep edilen Amerikan vari başkanlık sistemi ile ilgisi yok. Dünyada başkanlık sistemi ile yönetilen elli civarında ülke var, bunların %90’ı; Afganistan, Bolivya, El Salvador, Guatemala, Kenya, Honduras, Liberya, Nijerya, Paraguay, Sierra, Dominik Cumhuriyeti gibi haritada yerini bulamayacağınız kabile vari ülkeler. Avrupa’da hangi ülke bu anlamda başkanlık sistemi ile yönetiliyor? Lütfen bir iki araştırın, bütün başkanlığa geçişlerde, seçim / referandum öncesi karşınıza hep aynı kalıp söylevler çıkıyor. Büyük devlet, büyük demokrasi, büyük adalet, büyük kalkınma, büyük eşitlik, büyük barış, sonra bütün dünya bizi kıskanıyor, kalkınmamızı istemiyor. Herkes bize düşman… Hatırlayın 15 Temmuz darbe bildirisini, altındaki imzayı; “yurtta sulh komitesi.” Yani barış… Ulan bu nasıl sulh, bombalanmadık yerimiz kalmadı. Hele başkanlık olsun, Bismillah bütün haber kaynakları aynı tek merkezden. Artık sahibinin sesini dinleyeceksin. Yersen…
Bu ülkede vatandaş olan herkes, bütün din ve etnik değerleri farklı olanlar, farklı fikir ve görüşte olanlar, neden birbirimize hakaret edip, bağırarak konuşuyor, kavga ediyoruz, neden birbirimizi dinlemiyoruz? Bırakalım bu, “ben her şeyi bilirim”, “seni geri zekalı sen anlamazsın”, “ne dinleyeceğim seni, gerzek” gibi yüksek egolu, yüksek megaloman davranışlarını. Biliyoruz ki çoğumuz, bilgimiz olmadan her konuda fikir yürütenlerdeniz.
Sonuç; Lütfen, değiştirilmek istenen anayasa taslağını dikkatlice okuyalım, doğru anlayalım. Satırların uzantılarının nerelere varacağını doğru anlayalım. Bağırmadan, hakaret etmeden, dinleyerek konuşmaya çalışalım. Saygılı olalım, sevgi ile bakalım, öğreneceklerimiz vardır diye dinleyelim. Dinlemeyi öğrenelim.
Hepimiz tüm inanç ve ibadetlerimizi birbirimizin güvencesi altında özgürce yapabilmeli, fikirlerimizi açıkça söyleyebilmeliyiz. Hepimiz mütevazılık eksenine yakın olmalıyız. Örnek aldığımız ülkelerin, yönetim ve yasalarını inceleyelim.
Kırık dökük de olsa, aksak da olsa demokrasi ile yaşıyoruz, ilerleyen zamanlarda düzeltebiliriz. Ama tek kişilik yönetim olan başkanlık sistemi bizi onlarca sene geri atar ve çok bedel öderiz, dünya yarışında çok gerilere düşeriz. Birden fazla akıl, her zaman bir tek akıldan daha fazla üretkendir. Doğruları çevremiz ile paylaşalım…
Temel, “Hastayum, öleyrum” demiş kimse inanmamış. Mezar taşına vasiyetini yazmışlar; “O kadar dedum inanmadınuz nooldi?” Bu kadar söyleniyor, umarım demokrasi için böyle yazılmaz.
Hepimiz aynı otobüsün koltuklarında oturmuş seyahat ediyoruz, oturarak yolu, gideceğimiz yeri takip edebiliriz, yolcular arasında kavga çıkarsa, kimse gidilen yeri o kargaşalıkta tam olarak anlamaz, son durak gelip kapılar açılınca… Hepimiz için son durak olur. Birbirimizi dinleyelim, yaklaşan felaketi doğru, kavgasız, sulh ve barış içinde anlamaya, anlatmaya çalışalım. Hangi partiden, hangi siyasi görüşten olursak olalım, hırslarımızı, nefretlerimizi, kinlerimizi bir kenara bırakıp aklıselim olarak düşünelim. Bütün olalım, vatanımızın geleceğini zora sokmayalım.
Her şeyin, barış, huzur ve güvenli demokrasi yolunda olmasını dilerim.
Sevgilerimle
Hayrettin Kağnıcı
Şubat 2017
.