Portekiz

PORTEKİZ

 

İberya yarım adasında İspanya’nın batısında, 10 milyon nüfuslu huzur ve barış içinde, Atlantik Okyanusu’na kıyısı olan Portekiz. Kuzeyde Portekiz’in önemli şehirlerinden Porto’ya geldik. Vakit kaybetmeden şehir turuna başladık bile. Geçmişte denizlere hakim olmanın izleri her yerde görülüyor.
Duoro, buralara hayat veren yüksek debili bir nehir. Duoro’nun bir yakasında Porto diğer yakasında Gaia şehirleri, altı köprü ile birbirlerine bağlanmış. İlginç olan, her iki şehirde vergiler farklı. Yani alışverişi Maia da yap gel Porto da yaşa. Porto Katedrali, tarihi postane binası, az sayıda yuvarlak olarak inşa edilmiş kilise, şehir merkezi, bolca yürüyüş. Burayı yürüyerek gezmek çok kolay değil, çok iniş çıkış, yokuşlar dik. Uçaktan indiğimizden beri sokaklardayız, uzun bir gün oldu. Dinlenme zamanı…
**
Porto şarapları, bilinen şaraplardandır. Nedir bunların özellikleri nasıl yetişirler diye üzüm bağlarının olduğu yer Duoro vadisine gidiyoruz. Adını buradan geçen ve buraya hayat veren 300 km. uzunluğundaki Duoro nehrinden almış. Nehir vadinin içinden kıvrılarak akıp gidiyor. Buranın diğer bir özelliği ise bu vadiyi oluşturan katman seklindeki geçirgen kaya yapısı. Nehrin keskin kıvrımlı olması, oluşan sert ve değişken rüzgarlara karşı vadiyi kontrol altında tutuyor. Geçirgen kayalar ise içinde su tutması nedeniyle sıcaklığı gece ve gündüz arasında büyük ısı farkları olmasını önleyerek bölge ikliminin daha stabil ve dengeli olmasını sağlıyor. Vadi’nin böyle bir özelliği var. 1838 yıllarında İngilizler bölgede hakimiyeti arttırmak için Portekiz ile  anlaşma yaparlar. Şaraba düşkün olan İngilizler Duoro vadisinin şarapçılık için uygun yer olduğunu fark eder ve İngiltere’den getirdikleri üzüm çubuklarını ekerek burada şarap yapımına başlarlar. Üretilen şarapları İngiltere’ye gemiler ile yollamaya başlarlar ancak uzun yolculuk sırasında fermantasyon devam ettiği için şaraplar bozulur. Çözüm için, üretimden bir süre sonra şarabın üzerine kanyak ve şeker püskürtülerek fermantasyonu durdurmayı başarırlar. Bu sayede şarap, artık fermantasyonun durduğu andaki tadı ve lezzeti korur. İşte Porto şarabının esas özelliklerinden biri fermantasyonu kontrol ederek şarap üretmek. Şeker ve kanyak ilavesi şarabı biraz tatlı ve alkol derecesini 22 ye çıkartıyor. Yani içimi tatlı ama çabuk kafa yapıyor. Sonrasında..heyyt var mı bana yan bakan….
Vadide iklim şartlarını ve çevreyi korumak için sınırlı sayıda üreticiye lisans verilmiş, onlarda bunun tadını çıkartıyor. Vadiyi dolaşıyoruz, gerçekten çok güzel. Tepelerden bakınca, aşağıda kıvrımlarıyla akan Duoro nehri, çevresi dik yamaçlarda teraslar yaratılarak ekilmiş üzüm bağları, muhteşem bir manzara. Hani bir gün içeriz yıllansın diye alıp da sakladığımız şaraplar vardır ya, o özel gün geldiğinde açtığımız da sirke gibi olduğunu görünce şaşırır üzülürüz. O öyle olmuyor işte, her şarap yıllansın diye saklanmıyor. Bazı yıllarda yağmurun zamanı, miktarı, güneşli günler, rüzgar gibi hava şartlarının hepsinin aynı sezonda uygun olduğu zaman ki bu üç, beş, on, belki yirmi yılda bir oluşur, o dönem de bu konunun uzmanları genelde akademik kurullar, hasadın yapılacağı zaman o yılın hava şartlarının “şarabın yıllanması” için uygun olduğunu ilan ediyor. İşte o sene yapılan şarap yıllanmaya uygun olur. Tabi ki yapım prosesi ve şartları da çok önemli. Genelde şarap, şişelendikten sonra fermantasyon işlemi durur, artık tadı lezzeti neyse o. Yıllanacak şarapta, fermantasyon işlemi şişelendikten sonra da çok yavaş olarak devam eder. Duoro’yu daha yakından görelim diye tekne turu aldık, bu sefer aşağıdan vadiye bakıyoruz. Güzel bir gün..
Akşam, Duoro nehri kıyısında güzel sohbet, şarap balık.
Daha ne olsun edepsizlik etmeden şükretmek gerekir.

Burası, geçmişten gelen bölge özelliklerini koruduğu, şarapçılığı geleneksel şekilde muhafaza ederek devam ettirdiği için Unesco Dünya Mirası listesinde.
Porta da, eski şehirde, buranın dünya miras olduğunu anlatan açıklamalar ve amblemleri her yerde görebilirsiniz. İstanbul tarihi yarım ada da Unesco Dünya Mirası listesinde ama bilen kaç kişi, bunun ile ilgili açıklama ve amblem koca bölgede yok denecek kadar az.

**
Portekiz’in tarihini yaşamak için önceki adı Bracara Agusta olan, Braga şehrine gidiyoruz. Braga, yetmiş bin nüfuslu okyanusun kenarında, mimarisi, sokakları, tarihi yapılarıyla, meydanlarıyla açık hava müzesi tadında, üniversitesi olması nedeniyle genç nüfusun yaşadığı dinamik canlı, önemli inanç merkezlerinin bulunduğu Portekiz’in üçüncü büyük şehri.
Önce Bom Jesus do Monte kilisesi, Hz. İsa’nın ölüme giderken durakladığı 14 kapıyı temsil eden noktalar ve gerçekten çok güzel heykeller olan kilise. 116 basamakla çıkılıyor, biz, tabii ki füniküler ile çıktık merdivenlerden indik. Bu nedenle sevap kısmı biraz az oldu.
Ardından ülkenin en eski katedrallerin biri olan Santa Maria de Braga Katedrali.Bu gün özel bir gün, Braga’nın 2000 yıl önce Romalılar tarafından kuruluşunun senede bir defa kutlanan festivali var. Bu sebeple Katedralde bunun ile ilgili ayin yapılıyor. Herkes kendi bildiği dualar ile dileklerini Tanrı’nın huzurunda dile getirdi. Eski şehirde meydanlar sokaklar Roma kıyafeti giymiş satıcı ve insanlar ile dolu. Romalıların burayı şehir yapmalarını kutluyorlar. Portekizliler ile birlikte bizde çok memnun olduk doğrusu, aferin Romalılara Braga şehrinin kuruluşundaki emekleri için.

Meydanda hafif bir öğle yemeği sonrası, Unesco Dünya Miras listesinde olan Portekiz’in en eski şehirlerden biri olan Guimares’e geldik. 12.yüzyıl tipik ortaçağ mimarisinin çok iyi bir şekilde korunduğu tarih kokan bir yer.
Önce bu gün şehrin ortasında kalmış yüksekçe bir yerde olan Guimares Kalesi.
Ardından Guimares Sarayı. Salazar döneminde yeniden onarılan saray bu gün müze olarak kullanılıyor aynı zamanda devlet üst düzey kabul, resepsiyon protokol karşılamaları burada yapılıyor. Teşhir edilen eşyalar aslında Portekiz ile çok ilgili değil, zaman içerisinde hediye edilen veya bir şekilde elde edilen her türlü eşya var. Hindistan’dan gelen mobilyalar, Çin’den vazolar, seramik tabak, çanak, gibi.. Böyle bir yer işte…günü tamamladık ki.. felaket bir yağmura yakalandık. Otele zor varabildik…

**
Sabah erken yollardayız. Coimbra şehrinde 1200 yılında kurulan ve halen eğitim veren dünyanın en eski eğitim merkezlerin biri olan Unesco Dünya Mirası listesinde Coimbra Üniversitesi’ne gidiyoruz. Bu gün 16 fakültesi olan üniversitenin muhteşem kütüphanesini görmek için geldik. Böyle bir iş için beş ay önceden başlayan yazışma trafiği ve ziyaret için verilen gün ve saatte kapıya dayandık. Biraz daha geciksek sıramızı kaybedecektik, neyse içeri girebildik. 15, 16, 17 ve 18.yüz yıllara ait çok değerli kitaplar mevcut. Gerçekten muhteşem tamamen ilk orijinal halinin muhafaza edildiği 60 bini bu kütüphane bölümünde bulunan, gerisi yeni yapılan kütüphanede toplam 300 binden fazla kitapların olduğu yer. Bütün tedbirler alınmış, kitapları her türlü haşarat ve böceklerden korumak için. Öyle ki, bazı geceler kütüphane bölümüne özel yetiştirilmiş kediler bırakılıyormuş olası farelere karşı. Bütün önlemler tamam. Üniversiteyi geziyoruz, buranın saygın üniversitelerinden. İçinde hocaların kalacağı lojmanlar, dinlenme alanları, küçük bir kilisesi (şapel) olan yer.
Coimbra şehrini dolaşıyoruz, eski şehir, çarşı, pazar. Güzel keyifli canlı bir yer. Bizden kaçan turistler buraya gelmişler.
Hafif öğle kahvesi, iki saat mesafede Tomar şehrinde Unesco Dünya Miras listesinde olan, 1190 yılında yüksek bir tepede kurulmuş, tam olarak açılımı “İsa Mezhebi Fakir Mabet Şövalyeleri ” olan, içinde kilise bulunan büyük bir kaleye gidiyoruz. Üzerinde kırmızı haç bulunan beyaz giysileri ile tanınan şövalyeleri ile ilk haçlı seferlerinin başladığı yer olarak kabul edilir. Amblemleri bir at üzerinde iki şövalye olan ve “iki at alacak kadar zengin değiliz” diyen, sonraları gönüllü veya zorla toplanan paralar ile büyük servetlere ulaşan “fakir mabet şövalyeleri” bölgede büyük güç olmuşlar. Kilise tarafından vergi muafiyeti tanınan, sınır tanımadan “haçlı seferleri” adı altında her yere savaş açabilen tarikat mensupları, Kudüs teki El Aksa Camii’ni bile ele geçirmişler. Hatta bu tepenin eski Süleyman Mabedi üzerinde olduğuna inanılır. İşte fakir diye başlayıp, misyonerlik ve savaşlar ile büyük paralara kavuşan bu şövalyeler bölge hakimiyetini büyük ölçüde ele geçirirler. 1307 yılında çok kanlı savaş ile tarikatın gücü zayıflar ve dağılma süreci başlar. Farkı isimlerle faaliyetlerini devam ettiren “İsa Mezhebi Tarikatı” bu gün bile halen faaliyetlerini farklı şekilde sürdürmektedir.
Geceyi Fatima şehrinde geçireceğiz. Şehrin merkezinde modern görünümlü büyük bir kilise. Hikaye şu; Uzun yıllar süren Arap Portekiz savaşı sırasında Fatima adında dünya güzeli Müslüman bir kız çocuğu Hıristiyan bir askere aşık olur, savaş sırasında askere her türlü bilgiyi verir ve savaşın kazanılmasında rolü olur, sonra da evlenirler. Daha sonra Oreon adını alan Fatima’nın ismi bu nedenle buraya verilir. Ayrıca yakındaki bir şehre de Oreon adı verilir. Gelelim ikinci bölüme. Hz. Meryem, Fatima da büyük bir yağmur sonrası meşe ağacı altına sığınmış, dağlarda çobanlık yapan üç kız çocuğuna görünür ve buraya kilise yapılmasını ister. Bu görünme uzun bir süre her ayın 13.cu günü olarak tekrar eder, çocuklara üç sır verir.. konu etrafta duyulmaya başlar ve insanlar her ayın 13.cu günü Fatima şehrine gelip Meryem Ana’nın görünmesini beklerler. Sonunda 13 Ekim de burada Meryem Ana’yı görmek için çok büyük kalabalık toplanır. Birden çok şiddetli sağanak yağmur, ardından birden güneş açar, gökyüzünde değişik olaylar olur. Güneş önce küçülür sonra tekrar büyür, sağa sola hareket etmeye baslar, daha önce görülmemiş olaylar olur gökyüzünde… İşte o tarihten sonra burası kutsal şehir ilan edilir, büyük bir kilise yapılır ve burası hac yeri ilan edilir. Hikaye muhtelif, benim aklıma en fazla yatan bu. Her din ve inanç ta bitmeyen efsanevi mucizeler anlatılır, inanıp inanmamak size kalmış. Bu gün burası Katolik aleminde önemli dini merkezlerden biri. İnsanlar buraya hacı olmak için geliyor ve şehir din turizmi ile yaşıyor. Yani ben de hacı oldum. Saymadım, kaç olmuştur ama her din ve inançta hacılık mertebem vardır. Benimde uçma zamanım yaklaştı mı ne!. Dilek tutan veya dilekleri olan eski ve yeni kilise arasında dizleriniz üzerinde yürüyen insanlar, çevrede vaaz veren, adak adayanlar, mum yakanlar hareketli bir yer. Burası Papa’nın ziyaretinden sonra daha da önem kazanmış. öyle otellerde kolay yer bulamazsınız..
Neyse, herkes kendi dünyasında kendi inançları ile güzellikler içinde yaşasın diyelim…
Dinlenme zamanı, öğrenilecek, okunacak çok şeyler var daha.

**
Unesco Dünya Miras listesinde olan Batalha Kilisesi ve Manastır’ına gidiyoruz. 1385 de Kastilya’ya karşı kazanılan zafer anısına Portekizli mimar Afonso Dominiques tarafından gotik sitilinde inşa edilmiş, dönemin en büyük manastır ve kilisesi. O dönemlerde bu tip eserler, genelde kazanılan zafer anısına veya büyük fetihler yapmış krallar adına yapılıyordu. 1437 de kral Edward kendisi ve ailesinin öldükten sonra gömülmesi için şapel yaptırmak ister fakat başlayan mimar tamamlayamadan ölünce, sonradan gelen birçok mimar tarafından da bir türlü bitirilemez. Şapel, genelde mescit boyutunda ibadet yeridir, ancak burası kilise boyutunda. Olmuşken en büyüğü olsun gibilerden hani. Bu gün “bitmeyen şapel” olarak bilinen yerde, kral ve eşinin mezarları var.
İkinci durağımız Alcobaça Manastırı, burası da Unesco Dünya Miras listesinde. Kütüphanesi ve kilisesi ortaçağda yapılan en önemlisi ve büyüğü. Döneminde genellikle zenginlerin ve soyluların gittiği manastır ve kilise, dini eğitim merkezi olmuş. Büyük bir kilise, yapım sırasında ve sonrasında öyle entrikalar, öyle olaylar, öyle aşk hikayeleri olmuş ki anlatmakla bitmez.. Prens Peter, karısının yanında çalışan Imes’e aşık olur, bir de çocuk yaparlar, karısı ölünce de evlenmek ister. Ancak baba kral, bu evliliğe karşı çıkar ve İmes’i öldürtür, bu arada ikisi kız dört çocukları olmuştur. Prens Peter, babası ölüp kral olunca, karısını öldürenleri acımasızca öldürtür ve organlarını parçalatır. Kral Peter, öldürülen karısını kraliçe ilan etmek ister fakat kilise izin vermez, Daha sonra başkası ile de evlenmeyen kral, Alcobaça kilisesinde, el ele tutuşmuş vaziyette heykelleri olan mezarda birlikte yatıyorlar. Aslında uzun ve detaylar olan aşk fırtınası ama bu kadar yeter..
Burası, “sessizlik manastırı” olarak ta bilinir. Burada yaşayan, eğitim gören din adamları katiyen konuşmazlar, her şey sessizlik içinde yürürmüş. Çok büyük bir yer, çok güzel bir mimari yapı. Burada, din adamları, ünlü sanatkarlar, ressamlar, heykeltıraşlar yetişmiş, yetişenler de bu kilisenin yapımında çalışmışlar. Hiç konuşma yok, kesin sessizlik hakim, yemekler belli saatte, ancak yetecek kadar çıkıyor, giyecek ve diğer ihtiyaçlar da kilise tarafından verildiği için para da yok. Gerçekten çok değerli ressamlar, heykeltıraşlar yetişmiş, etrafta çok güzel heykeller var. Ancak zaman içinde para yok, konuşma yok, iş de yok.. Sonunda sanatkarlar başka kiliselerde para karşılığı iş bulup kaçmaya başlamış bu nedenle bazı eserler, heykeller yarım kalmış. Tanrı adına da olsa para yoksa bedava iş de yok.. Hikayesi bol bir yer Alcobaça Manastırı ve Kilisesi.
Öğle yemeği, Nazare şehrinde yiyeceğiz. şoförün teklifi üzerine, Şoförler lokantasında yemeye karar verdik. Çok da iyi olmuş, her şey güzeldi.
Yerel yaşlı kadınların kıyafetleri dikkatimi çekti. Sahilde yaşayan insanların geçimi genelde denizden olur. Denize açılınca da ne zaman döneceği, dönüp dönemeyeceği belli olmaz. Bu nedenle eskiden kadınlar üst üste yedi kat etek giyerlermiş. Her gün bir eteği çıkarırlarmış, adam yedi gün içinde eve geldi, geldi, yoksa soyunmaya devam.. Bu nedenle erkekler en geç yedi gün içinde eve dönerlermiş. Kadın ile başa çıkmaya çalışanın aklına şaşarım..
Sahilde yürüyüş çay kahve, yola devam..
Tarihi Obidos şehri, küçük şirin bir yer. Şehri tepeden gören kalesini, daracık sokaklarda gezelim görelim diye geldik. Bu gün uzun ve yorucu oldu. Bu kadar yeter, Lizbon da otelimize kadar geldik.
Bitmedi daha, akşam aylar önce zorluklarla yer bulduğumuz deniz mahsulleri restoranına gidiyoruz. Ağır ve yorucu bir gün ama gırtlak olunca devam. Restoranın adı Cervejaria. Lizbon da bildik bir yemiş şoför şıp diye diye bildi, rezervasyon saatinizi 15 dakika geçerse yeriniz iptal. Neyse zamanında yetiştik. Kapıda bir sürü insan sıra bekliyor, kocaman bir yer bir sürü odalar. Yerimize oturduk, lüks bir yer değil, ama temiz. Balık hariç her türlü denizde yaşayan mahlukati bulabilirsiniz. Çok güzel yedik içtik. Böyle bir yer için, son derece uygun fiyat. İşin sırrı da bu, kalite, iyi mutfak, uygun fiyat. Herkes sırada. Yolunuz düşerse uğrayın derim.. Bir çok restoranın yaptığı gibi her geleni kazıklarsan sonra da kimse gelmiyor diye ağlamayacaksın!! İşte bak aylar önce rezervasyon ile anca yer bulunuyor…
**
Atlas Okyanusu’na sahili olan ülkenin batı sahilinde bulunan Lizbon ‘dan doğuya doğru üç saat mesafede İspanya sınırına yakın, Unesco Dünya Miras listesinde olan Elvas şehrine gidiyoruz.. Burası Allertejo bölgesi. Alan olarak Portekiz’in nerdeyse üçte biri ancak çok az bir nüfus yaşıyor.
Yolda mantar ağaçlarının görüyoruz,. Mantar ağacı, dünyada Fas, İspanya, Fransa ve en fazla da Portekiz’de bulunuyor ve buranın önemli gelir kaynaklarından. Aslında meşe ağacının bir çeşidi. Sadece bu bölgede yetişen bir cins karınca, ağacın kabuk kısmını yiyerek mantarlaşmasına sebep oluyor. Her dokuz yılda bir ağacın kabukları soyularak mantar elde ediliyor. Bu bir ağacın ömründe on defa yapılabiliyor. Yani mantar üretimi yapılan ağaç ancak 99 yıl yaşayabiliyor. Kabukları soyulmaz ise 250-300 yıl yaşayabiliyormuş. Öncelikli olarak pahalı şarap mantarları bunlardan tek seferde parçalamadan yapılıyor, diğer kalan ve küçük parçalar ise yapıştırılıp, preslenerek istenilen amaca göre şekillendiriliyor. Gündelik kullandığımız mantarını kısa hikayesi. Bütün bölge mantar ağaçları ile dolu. Buranın kaliteli kırmızı şarabı da çok meşhur. Burada Romalılardan kalan çok eser var, en önemlilerinden biri, Elvas Aqueduct su kemerleri. Şehirlerarası su götürmek için inşa edilmiş halen kullanılıyor. İstanbul’daki Bozdoğan Su Kemerleri gibi. Kısa bir moladan sonra Elvas şehrine geldik. Elvas geçmişte İspanya sınırına çok yakın olması nedeniyle askeri Bölge olarak kullanılmış. Çevresi geniş hendek ile korunan, 10.yüzyılda yapılmış dünyanın en büyük kalesi. En tepede hala ayakta..

Hava bu gün normalden daha sıcak ve güneşli. Elvas’tan, Alentejo bölgesinin başşehri Unesco Dünya Mirası listesinde Evora’ya geliyoruz. Romalılar, Visigotlar, Emeviler gibi birçok medeniyetlerin izleri var. Manastırlar, kiliseler, aristokrat evleri, mimarı yapılar… dini, entelektüel, zengin bir şehir. 15.yüzyılda Portekiz kralının burada yaşamaya karar vermesi buranın altın çağı yaşamasına sebep olmuş.
İspanya, 1492 yıllında alınan karar ile Yahudileri kovmaya başlayınca Portekiz bunların bir kısmını para karşılığı kabul eder. Ancak Portekiz hükümeti de belli bir süre sonra gerek İspanya’nın baskısı, gerek dini sebeplerden ötürü gelen Yahudilerin Hıristiyan olmalarını veya ülkeyi terk etmelerini ister, Hıristiyan olmayan ve gitmeyenler engizisyon mahkeme kararı ile öldürülür. Bütün bu yaşanan yerler, mahkemeler bu gün müze olarak duruyor. Müze gibi bir şehir..
Önceleri manastır olan şimdi müze olarak kullanılan “kemik Manastırı”. Girişte kapıda “burada gördüğün kemiklerin senin olduğunu düşün” yazısı hemen dikkatimi çekti. Zaman içerisinde toplanan insan kafatası ve kemiklerinden yapılmış manastır. Duvarlar, sütunlar her yerde kafatası ve insan kemikleri. Vay anasına, Bunların geçmişte canlı insan olduğunu düşününce hafiften felsefe başlıyor. Bu kemiklerinin manastır duvarlarında olması, bunların cennette oldukları anlamını mı taşır, yoksa bitmeyen kabir azabı gibi bir şey midir?. Takma kafanı devam., benzer manzarayı Çek Cumhuriyetinde bulunan Kutna Hora kilisesinde ve de başka yerlerde de görmek mümkün.

Evora, Portekiz’de en fazla denizcinin yetiştiği bölgelerin başında geliyor. Denizlere açılmak, yeni yerler bulmak, oraları işgal etmek, ganimetler toplamak bunların hepsi kiliselerin onayı ve yönetimi ile yapılırdı. Ganimetler ve paranın kontrol edildiği yer dini merkezlerdir. Yani esas güç kiliseler de. Bu nedenle, Portekiz de ve özellikle bu bölgede çok sayıda kilise, manastır var. Hıristiyan olmayan veya Hristiyan gibi yaşamayanlar engizisyon mahkemeleri tarafından işkence ile öldürülürlerdi. Şeriat mahkemeleri gibi, uymayana ölüm… Bu mahkemeler bu gün müze olarak kullanılıyor.
Unesco, kültürel mirasları içerisinde somut olmayan miraslar da vardır “Unesco intangible cultural heritage”. Bir yöreye ait gelenekler, şarkılar, danslar gibi. Bizdeki kültürel miras listesinde olanlar, sema gösterileri, Hacivat Karagöz ,Kırkpınar güreşleri, Türk kahvesi, ebru sanatı, meddah, semah gösterisi, Nevruz, sıra geceler, mesir macunu gibi. Burada da sadece bu bölgeye ait somut olmayan kültürel miras bulunuyor. Cante Alentejano, çok sesli şarkı söyleme. Portekiz’in Alentejano şehrinde oluşan, insanların önce tek kişiyle başlayıp sonra başka insanların da katılımı ile devam eden sazlı sözlü aşk, tutku, sevgi günlük yaşamı anlatan yöresel şarkılar. Madem durum böyle, biz de dinlemek istedik. Öyle her yerde çok rastlanan bir şey değil. Sonunda bir yer bulduk ve dinleme fırsatımız oldu. İnsanların duygularını söyleyebildikleri etkili müzik. Bizde kısa zamanda havaya girdik hani, keyfini çıkardık. Şarap kadehlerimizi onlar ile birlikte sağlık, para ve aşk için kaldırıyoruz…
**
Bu gün yine Unesco Dünya Mirası listesinde olan Sintra bölgesine gidiyoruz. Burada önce Pena Sarayı. 1834 yılında eski bir manastır iken, soylu zengin olan Ferdinand tarafından eşi 2.Maria için Mısır, Emevi, Gotik, Rönesans, kale mimarisi ve motifleri kullanılarak muhteşem bir saraya dönüştürülmüş. Gerçekten rüya gibi bir saray olmuş. Saray çok büyük bir alan içerisinde yapılmış ve çevresi muhteşem mimari peyzaj ile dünyanın her yerinden on binlerce ağaç ve bitki ile donatılmış. Bakım müthiş, bozulan, çürüyen ağaç veya bitkinin yerine ayni boyda yenisi ekiliyor. Bütün bunları Ferdinand, çok sevdiği büyük aşkı karısı için yapmış. Ferdinand, şair, yazar, çok yakışıklı, romantik, sanatkar, çok zengin, karizmatik, her türlü ibret ve örnek alınacak fazilet ve letafet var adamda. Yani peygamber gibi bütün vasıflara haiz. On tane beyaz atlı prens bile yanında vızzt. Laf aramızda hafif balon gibi ama ortada yapılan gözüken bir şey var. Adam için söylenenler yazılanlar bu. Burası geniş bahçe kültürel peyzaj ve bakımı devam ettirildiği için Unesco Dünya Mirası listesine alınmış.
İkinci olarak, gene Sintra bölgesinde Monserate Sarayına gidiyoruz. Burası da Pena Sarayı gibi, muhteşem bir bahçe nefis mimari peyzaj ve içinde saray. Bu gün burası da müze olarak kullanılıyor.

Avrupa kara kıtasının batıya doğru en uç noktası Caboa Roca. Bundan sonrası Atlas Okyanusu. Felaket rüzgar, ayakta durmakta zorlanıyoruz, neredeyse ayaklarımız yerden kesiliyor. Burada hatıra fotoğrafı çektirip sahilden yola devam ediyoruz. Uzun kum plajı olan Güneş Sahil’inde dalgalar arasında sörf yapanlar, dalgasını geçenler, herkes kafasına göre takılıyor…
Portekiz’in en pahalı sahil sayfiye yerlerinden olan Cascais te kısa bir şehir turu. Zenginlik her tarafta belli oluyor, güzel binalar güzel mağazalar. Hiç olmazsa dondurma yiyelim dedik…Fazla uzak olmayan gene zengin sahil sayfiye yeri olan Estoril şehrinde de hafif bir şehir turu.. Bu gün tamam, daha program bitmedi…
Akşam, fado’ya gidiyoruz, fado 19. yüzyıllarda giderek yaygınlaşan günümüze kadar gelen, genelde denize giden kocalarının, sevgililerinin geri dönmesi için içinde biraz acı, hasret, duygu dolu ağıt tarzında, 12 telli Portekiz gitar eşliğinde kadın veya erkek tarafından söylenen şarkı. Şarap eşliğinde değişik güzel bir akşam. Bizim Anadolu ezgileri havasında. Fado da Unesco somut olmayan dünya Mirası listesinde. İnsanlar, miras listesinde olduğu için geliyorlar, yani para bırakıyorlar. Bizde miras listesine girebilecek o kadar çok potansiyel değerlerimiz var ki, ancak uğraş ve çaba gerekir. Zaten turist de gelmiyor artık. …
**
Bu gün Lizbonu biraz dolaşalım dedik 700 bin nüfuslu geniş alanda büyük park ve bahçelerinde olduğu temiz düzenli başkent.
Önce, Tagus nehrinin denize döküldüğü yerde, 1502 yıllarında inşa edilen, Portekiz sanatının en üstün örneklerinden olan ve uzun seferlere çıkan gemicilerin sağ salim dönmeleri için yapılan Hieronymites Manastırı ve kilisesi. Manuelis sanatının bütün heyecanını yansıtan ve keşifler çağını anlatan, muhteşem rahipler yemekhanesi ve kütüphanesi olan görkemli bir yer. Geçmişte, Belem Kilisesi yerine, Vasco da Gama’nın Hindistan’ı bulması şerefine yapılan ve 100 yılda tamamlanan Hieronymites Kilisesinde de, Vasco De Gama’nın ve kraliyet ailesinin mezarları da bulunmaktadır. Hemen yakınında Tagus nehri üzerinde 1519 da şehri koruma Amaçlı yapılan Belem kulesi. Farklı yapısı nedeniyle 2007 yılında Portekiz’in yedi şaheserleri listesine alınan kale bu gün müze olarak hizmet veriyor. Hieronymites Manastır ve Kilisesi ve Belem Kulesi de Unesco Dünya Miras listesinde.
İlgilendiğim konulardan biri de, eski tüfeklerin! (1968 kuşağı) gençlik yıllarında konuştukları liderlerden biri Portekiz’in diktatör başkanı Antonio de Oliveria Salazar. Burada dinlemek, buradan nasıl gözüküyor öğrenmek istedim. Coimbra Üniversitesinde ekonomi profesörüyken kötü giden ekonomi nedeniyle 1928 yılında hükümet tarafından ekonominin başına getirilir. 1936 yılında yapılan seçimde Başbakan olarak seçilir. Başkan olduktan sonra 1970 yılından ölünceye kadar toplum üzerinde giderek artan baskılar uygular, tam dikta rejimi ile ülkeyi yönetir. Muhalif veya farklı fikirde olan herkesi sürgün olarak Azor adalarına yollar, bilinir ki giden geri gelmez. Uygulanan tam faşist dikta rejimidir. Döneminde, sömürgelerde başlayan isyanları bastırmak için harcanan para ekonomide sıkıntılar yaratmaya başlamış, devamlı asker sevkiyatı ve asker ölümleri artmış, huzursuzluk gittikçe büyümüştü. Ölünceye kadar da toplum üzerindeki baskı devam ettirmiş. 1970 yılında ölünce yerine yardımcısı Marcello Caetano geçer. 25 Nisan 1974 yılında, yürüyüşler ve halk hareketleri başlar, kadınlar, askerlerin silahlarının ucuna, yakalarına karanfil takarlar. Kansız olarak sonuçlanan bu devrime bu nedenle “karanfil devrimi” denilir ve parlamenter sisteme geçilir. Önceleri büyük işler yapmış, ancak sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerine karşı olması, isyanları bastırmak için yollanan paraların ekonomide giderek sıkıntılar yaratması, çok fazla askerin ölmesi, yapılan bütün işlere gölge düşürmüş, 1960 lardan sonra giderek kötüleşen ekonomiye hakim olamayışı sonunu hazırlamıştır.

Gelmeden, bazı notlarda dikkatimi çeken Belem Pastanesi. Lizbon da mutlaka uğramalı belem pastası yenmeli şeklinde. Bizde gittik, kocaman bir yer oda içinde oda her yer dolu, insanlar kuyrukta neredeyse pastaneye rezervasyon ile gidilecek.. Bulduk bir yer oturduk. Meşhur, belem pastası neymiş bakalım. Küçük yuvarlak milföy hamuru üzerine muhallebi gibi bir şey fırınlanmış. Laz böreği’nin milföy versiyonu havasında. Güzel keyifli, biz beklentiyi biraz yukarıda tutmuşuz galiba… Bu kadar meşhur olması için sebep var mı bilemedim. İşin esası geçmişi. 1800 lu yıllarda Kiliseler kendilerine yapılan özellikle gıda yardımlarının hepsini kullanamıyorlarmış, bunları zaman içerisinde pasta çörek yaparak satarlarmış. Hele kralın kilise ziyaretinde en güzel pasta yarışması yapılırmış. Sonraları tarikatlar kiliselerden ayrılmaya başlayınca bu gelenek bozulmuş ve bütün pasta tarifleri satılmış. İşte 1837 de pastanenin kurucusu kralın en beğendiği pasta tarifini satın alır ve Belem Pastanesini açar. Dört kuşaktan beri devam ediyor ve hep dolu. Yolunuz düşerse, vaktinizde olursa uğrayın..

Portekiz, 92.000 km² yüzölçümü olan (Marmara bölgesi 72.900 km²) kendisi küçük, tarihi büyük ülke. Avrupa’da ilk olarak denize açılan millet. Dünyada Çinlilerden sonra Portekizliler sonra da İspanyollar denizlere açılmıştır. Kişi başı hasıla 28.500 USD olan sanayi ve tarım ülkesi. Geçmişte, dünya denizlerinde hakimiyet kuran bu nedenle bir çok yerde sömürgeleri olan kökten denizci bir millet. Burada deniz her şey, gelenek, kültür, yaşam, şarkılar hep deniz ve denizciler üzerine, yani denizi, denizciliği, balığı iyi biliyorlar. Portekiz de 12 Ünesco Dünya Mirası var ve hepsini gördük. Dünya mirası demek, tarih, kültür, medeniyet dünya bilgisi, siyasi tarih, turizm, para demektir. Dünyada bu gün itibarı ile 1052 kayıtlı dünya mirası var. Bizim ülkemizde tescil edilmiş 17 yer, onlarca aday dünya mirası bulunuyor. Neden, bunlar ile ilgili bir reklam bir tanıtım yapılmaz, ne kadar önemli olduğu hakkında bilgi verilmez. Hem kültür hem ülke tanıtımı, halklar arası barışa giden yol ve turizm.. Çok önemli. Türkiye’de, dünya mirası bilincinin yerleşmesinde en fazla emek verenlerden biride de, Unesco Dünya Mirası derneği kurucusu ve uzun yıllar başkanlık görevini üstlenen, bu konularda derin bilgisi olan Atila Ege dir. Birçok yerin listeye alınmasında katkısı olmuştur. Bu gezideki katkılarından ötürü kendisine çok teşekkür ederiz.

Buradan, Portekiz’e bağlı, Maderia ve Azor Adaları özerk bölgesine gidiyoruz.

 

Sevgilerimle

Hayrettin Kağnıcı

www.hayrettinkagnici.com

Mayıs 2017

error: iletişim : [email protected]