Moğolistan

Moğolistan, dönemin en güçlü hükümdarı, henüz mezarının yeri belli olmayan 1200 lü yıllarda büyük Moğol İmparatorluğunun kurucusu Cengiz Han’ın ülkesi.  Bazı tarihçilere göre, Cengiz Han Altay Türk boylarının mensubu, bazılarına göre de Moğol boylarından gelen büyük savaşçı ve komutan.

Yüz ölçümü 1.6 milyon kilometre kare yani Türkiye’den yaklaşık iki defa büyük. Nüfusu, 1 milyonu Başşehir Ulan Bator da yaşayan toplamı 3 milyon olan Moğolistan, dünyanın en seyrek nüfuslu ülkesi. Şehirleşme ve alt yapının tam olmadığı, yarıya yakın nüfusun halen göçebe olarak “ger” adı verilen çadırlarda yaşadığı, çoğunluğun Moğol ırkı olan, denize kıyısı olmayan doğu ve orta Asya da Rusya ile Çin arasına sıkışmış bağımsız bir devlet.. Halkın büyük bir kısmı, eski Türk ve Moğol dinleri olan Şamanizm yani Gök Tanrı Tengricilik’in etkisiyle ve şartlara göre şekillenen Tibet Budizm’ine inanıyor.

Sabah uygun bir zamanda baş şehir Ulan Bator’a , buradan tekrar üç saatlik bir uçuştan sonra Khovd’a geldik. Çölün ortasında küçük bir yerleşim yeri. Pervaneli küçük Rus uçağı havaalanına indi, sonrada biz uçaktan indik. Gidenler gitti, devam edecekler küçük alanda dolaşıyor hava alıyoruz. Etraf Gobi çölünün sonsuzluğu.. hosteslerden biri bağırıyor ‘gidiyoruz herkes uçağa’. .Geldik batı Moğolistan’ın büyük şehirlerinden biri olan 50.000 nüfuslu Ulan Gom’a. Gece buradayız. Otel, konukevi gibilerinden bir yer. Aslında beklediğimden iyi ve temiz,  internet bağlantısı bile var. Akşam üzeri çevre tanıma turu. Merdivenlerle epey yüksek bir yere çıkıyoruz, yukarıda taşlardan oluşan küçük bir tepe, üzeri renkli bezler çaputlar bağlı. Burası Şamanist ağırlıklı bir bölge, insanlar buralara bezleri bağlayıp etrafında dönerek Gök Tanrı’ya dilekleri için dua ediyor.  İstanbul Şehzadebaşı Camii’nde Helvacı Baba Türbesi gibi. Bez bağlamak ile olsaydı neler olurdu neler bu hayatta..

Burada şehirlerin çoğunun başında ‘Ulan’ kelimesi var. Yanlış olmasın bu güzel bir ifade değildir bizde , sizde ne demektir diye sordum. Baş şehir, Çin istilasına karşı gösterdiği kahramanlıktan ötürü Ulan Bator adını almış. ‘Kızıl kahraman’ anlamına geliyor. ‘Ulan’, kırmızı demek, mücadele ve dökülen kanı ifade ediyor. ‘Bator’ da kahraman.  Bizdeki Kahraman Maraş gibi..

Ger denilen çadır hayatı çok yerleşik. Şehirlerde bile binaların arasında çadırlarda  çok yasayanlar var. Bu imkansızlık mı yoksa alışkanlık mı? her ikisi de. Birde çadırın avantajlı tarafı istersen iki saate söküp taşıyabilirsin. Mobil ev gibi. Ülkede halkın yarısına yakın kısmı çadırlarda yaşıyor. Çevrede Rus araçlar çoğunlukta.  Eski teknoloji olduğu için bakım,  tamir çok kolay ama konfor yok. Bizim aracımız da Rusların meşhur minibüsü Furgon, gazı birkaç defa pompalamadan çalışmıyor. Artık üretilmiyor ama buralarda  halen epey var.

**

Moğolistan’ın kuzey batısında,  Bayan Ulgii bölgesindeki  Ulgii şehrine gidiyoruz. Bu gezinin esas hedeflerinden biri, bu bölgede yaşayan ve sırtında altın rengi tüyleri olan kartalların yarıştığı “Golden eagle Kartal Festivali”ni izlemek.

Kahvaltı sonrası çıkıyoruz yola. Rehberimiz Muno gün hakkında kısa bilgi veriyor, ‘yolumuz yaklaşık 300 km. ama akşama anca varırız.’ . Biraz abartıyor diye düşünüyorum Arabayı kullanan Dino keyifli neşeli biri. Genelde şarkı söylüyor veya mırıldanıyor. Gene bir şeyler mırıldanırken birden yoldan çıkıp araziden gitmeye başladı.  Bakıyorum yüzüne,  hayırdır Dino der gibi, oralı bile değil şarkıya devam. Daldık bozkırın ortasına. Rehbere sordum, neden yoldan çıktık  , ‘çıkmadık ki yoldayız’. Bu nasıl yol birader, hangi istikamete gittiğimiz bile belli değil,  Gobi çölünde gidiyoruz, ara sıra bizden önce geçmiş araç izleri var hepsi bu.  Moğolistan da ulaşım yollarının büyük kısmı bu şekildeymiş, düzenli bir yol yok. Üç saat oldu yola çıkalı bir tek araç bile görmedik.  Doğru yola mıyız?,  cevap kısa net ‘evet’ . Bir süre sonra ihtiyaç molası diye durduk. Merak ediyorum, nasıl buluyorsun yolunu diye soruyorum,  her taraf açık, düz alan, doğru dürüst ağaç bile yok. Sakin bilmiş bir şekilde, şu uzaktaki dağların en yüksek olanı var ya onun biraz yanından geçeceğiz,  ama esas olan benim kafamın içindeki GPS, ona güvenirim., Bizde çok güveniyoruz senin kafandaki GPS’e!,. .güvenmesen ne yapacaksın ki.. Allah sonumuzu hayır etsin,  bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Etrafta birbirlerine yakın olmayan mesafelerde çadırlar var. Burada yaşayan insanlar, bazıları bütün yıl kalıyor,  bazıları zamanı gelince göç ediyor. Dışarısı hem soğuk hem rüzgarlı.  Israrım ile bir çadırı ziyaret etmeye karar verdik. İzin aldıktan sonra selam verdik girdik içeri.  Düzen şu, ortalama beş altı metre çapında yuvarlak, içinde rahat ayakta durabileceğiniz boyutlarda bir çadır. Sağ taraf mutfak gibi, bir kaç kap kacak, kapıdan girişte karşıda küçük bir dolap, sandık gibi bir şey, erzak dolabı,  üstünde inancına göre bazı resim ve objeler, sol tarafta yerde alçak küçük oturaklar, misafirler buraya oturuyor, onun yanında da bir kısmı yerde bir kısmı asılmış elbiseler, aralarda yerde yataklar. Buradaki üç çadır da,  baba, evin kadını ve bir sürü çocuk yaklaşık on kişilik bir aileyaşıyor. İzin alıp girdik ya içeri, ben kendimi kaybetmiş vaziyette çadırın içinde basıyorum deklanşöre. Muno bir şeyler söylemeye çalışıyor, meğerse misafir, çadırın içinde öyle her tarafa dolaşmazmış,  hele mutfak gibi kadına ait olan yere hiç geçmezmiş. Neyse özür diledik ama bu ara epey kare almıştım. Artık bende oturuyorum yerime, yoğurt mayasından yaptıkları geleneksek bir içki, yanında bir şeyler daha var. Tadına baktım ama tam anlayamadım,  peynir kılıklı çok sert bir şey. Burada yaşam öyle kolay değil,  kışın çok sert rüzgarlar ve -40, -50 lere varan soğuk hava. Valla kışın nasıl hallediyorsunuz , yaşam nasıl oluyor diye sorgulayamadım, her şey o kadar zor ki,” kolay gelsin” demek bile biraz dalga geçmek olur herhalde!.. söylenecek bir şey yok. Son olarak tüm aile ile hatıra fotoğrafı çektiriyoruz  çadırın önünde.  Veda edip ayrılıyoruz. Derelerden çukurlardan hoplaya zıplaya yola devam. Biraz duralım yahu  bütün organlarınız yer değiştirdi…  Nehir kenarında yemek molası, çevrede onlarca çift hörgüçlü Moğol develeri. Hafiften bize doğru yönlendiler ister misin bulaşsınlar bize. Sanki memlekette hiç deve yokmuş gibi onları da fotoğraflıyorum, bakalım bizin iki ayaklı develerden ne farkı var! Altı saat oldu, yoldayız, gözüken falan bir şey yok. Ulan bu nasıl 300 km.? Sıkıldım,  gene ısrar bir çadır ziyareti daha. Yaşlı bir kadın ve kızı,  erkekler ve çocukların bir kısmı işte bir kısmı okulda, her biri bir yere gitmiş akşam geleceklermiş. Kabul ettiler bizi.. gene ikram sütlü çay gibi bir şey,  çadır içi fotoğraflar tamam, çadır önü hatıra son kare, kadınlar kayboldu. İkisi de üzerlerine daha düzgün temiz bir şeyler giymiş,  güzel yakışıklı çıkalım diye.  Kadın her şartta hep aynı! güzel görünmek önemli Son kare ve veda. Sekiz saat sonra akşam karanlığında Ulgii’ye varabildik. Şoför dayanıklı oğlan, gıkı çıkmadı valla bütün gün.

Önce yemek yemeye karar verdik. Karşıda bir tabela, yanlış mı okuyorum.. Pamukkale restoran. Öp babanın elini,  Moğolistan da çöllerin ortasında Türk restoranı. Sahibi Türk’müş, ama göremedik. Yemek sonrası yeni macera, birinin peşinden geliyoruz iki gece kalacağınız çadır otele. Şehrin dışında bir arazinin içinde 7-8 çadır,  tuvalet dışarıda, banyo imkanı yağmurlar başladığı zaman! ..hava soğuk, çadırın içinde soba yanıyor ama tavanda koca delik., doğru gece duman zehirlenmesi olmasın.  İyi de burada adamın dışkısı donar yahu, dumandan değil soğuktan öleceğiz. Pijama üstü pantolon üç fanila üstü mont.. gece pek sorun olmadı.

**

Sabah erken kimse kalkmadan doğal ihtiyaç fazlalıkları boşaltım diye tuvalet bölümüne gittim. Küçük uyduruk kapılı bir kabin,  yerde betonun ortasında koca delik. Buyrun bakalım,  on yaşından küçük çocuk bu delikten aşağı düşer. Hani ödül alan Hint filmi vardı Slumdog Millonaire  ,” milyoner” ismi ile Türkiye de de oynadı. gidenler bilir neredeyse aynı manzara..

Efendim, burayı sebebi ziyaretimiz,  Altay dağlarının zirvelerinden birinde  ‘Golden eagle ‘ altın kartal festivali için geldik, iki gün buradayız. Ulgii, Kazak nüfusun çoğunlukta olduğu bir şehir,  bu festival de aslında Kazakların geleneksel gösterisi. Göklerin üç saldırgan yırtıcı kuşu, üç farklı toplum. tarafından sembolleşmiş. Doğan,  Suudi Arabistan da, Suudlar, atmaca Türkiye de Lazlar, kartal da Kazaklar tarafından benimsenmiş sembol olmuş. Kartal bunların arasında en zor evcilleştirilen olsa gerek. Gösteriler farklı kategoriler de iki günde yapılıyor. İlk gün, geleneksel kıyafetler, başlarında papaklar olan yarışmacılar tanıtılıp seremoni tamamlanınca, gözleri bağlı olarak yüksek bir tepeye çıkartılan kartal,  gözleri açılınca aşağıda ki sahibini sesinden ve kıyafetinden tanıyıp en kısa zamanda koluna konmalı. Yarışmanın ilk ayağı böyle. Öyle hemen seslenmekle falan olmuyor hayvan göklere çıkınca kolay inmiyor ama çoğu büyük bir tur attıktan sonra gelip sahibinin koluna konuyor. Kartal deyip geçmeyin koca hayvan kanatlarını bazıları açınca iki metreye yakın oluyor. Hani derler ya ‘kartal bakışlım’ diye, doğru laf, bakışı kararlı keskin, özgüvenli gibi. En genç yarışmacı 12 yaşında bir kız,  geçen yıl birinci olmuş.  Gerçekten kartalı ile arasında bir bağ olduğunu anlıyorsunuz. Sonraki gösteri, en güzel yerel kıyafetler. At üstünde defile gibi. Bu günkü son gösteri, dörtnala giden atın üzerinden yerdeki para kesesini almak. Adamlar o hızla giderken neredeyse yere yapışıyor, çoğu da becerdi hani. Bu kadar çok kartalı, bu kadar yakından görme fırsatı başka bir yerde olmaz. Her tarafta elinde  kartalla dolaşan adamlar, arada kadınlar da var. Güvercin besler gibi kartal besliyorlar.

**

Bu gün festivalin ikinci günü,  sabah kartalların avlanma yarışması.  Gene yüksek bir tepeden bırakılan kartal, aşağıda bir atın arkasına bağlı tavşan veya tilkiyi yakalıyor.  Hayvan önce yükselip havada  geniş bir daire çiziyor sonra hızla avına dalıyor,  pençeleri ile yakalayıp hemen kafasından bir parça kopartıyor. Bu işi en hızlı en başarılı yapan birinci. Bazılarının gözü yükseklerde bir türlü inmiyor aşağı,  bu sefer sahibi başlıyor çağırmaya, çağırıyor ama seninki göklerin kıralı havalardadolaşıyor…

Kartal beslemek tutku işi,  uzun uğraş istiyor,  kartalın doğasında bağımlı yaşamak pek yok. Bir kartal avcısı ile sohbet etmek fırsatı buluyorum ve hemen başlıyorum sorguya; bu işin ilk başı nereden geliyor, nasıl oluyor böyle bir hayvan size bağımlı oluyor?  ilk olarak kartalı nasıl yakalıyorsunuz falan. Orta yaşın üstünde,  çocukluğundan beri bu işi yapıyormuş, iki de kartalı var. Başlıyor anlatmaya, Kazaklarda at ve kartal çok önemlidir, bunlar bizim hayatımızın bir parçasıdır. Aslında bu bizim geçim kaynağımız. Kartallar ile tilki, tavşan gibi hayvanları yakalayıp kürkünü satıyoruz, halen bir kısım insan bu şekilde geçinir, bazıları da artık zevk için yapıyor. Önceleri bu beceriyi kendi aralarında biraz gösteri biraz yarış gibi yaparlarmış, sonraları da bakmışlar meraklısı çok bu işi turizme dönüştürüp festival haline getirmişler. Avlanma işlerini yapan dişi kartallar, erkekler dişiye gire daha küçük ve zayıf oluyor. Kendini zor besler, çiftleşmekten başka bir işe yaramazmış. İnsanlar gibi yani! Bu işi yapanlar, dağlarda kayalık yerlerde kartalların nereye yuva yapacağını biliyor,  yavru olunca uygun bir şekilde yuvaya ulaşıp yavruları kontrol ediyor, yavru bu işe uygun ise onu sahiplenmek adına ayağına ip bağlıyor. Bu işaret başka kartal avcısı gelip almasını diye. Böyle de bir centilmenlik de var. Hayvan bir süre annesinin himayesinde kalıp yeterli olgunluğa ulaşınca yuvadan alıp başlıyorlar eğitmeye, ne kadar becerebilirsen. . aslında tutku işi. En verimli zamanı dört ile sekiz yaşları,  genelde on yıl yaşıyorlar. Bu sene festivalin ana sponsoru Türk Hava Yolları olmuş,  her yere bayrak asmışlar.  Ortalarda biraz farklı, şık kıyafetli  genç güzel bir kız elinde kartalla geziyor, biraz havalı, . Fotoğraf falan dedik çok yüz vermedi ısrarcı odum zorla birkaç kare alabildim. Ne oluyor kızım,  ne bu havalar 2000 metre yükseklikte dağ başında!  Meğerse kız haklıymış,  geçen sene Amerikalı bir yönetmen gelmiş kızı götürmüş Amerika da ‘eagle hunter’, kartal avcısı diye bir filim yapmış,  2017 de vizyona girecek.. herkes merakla bekliyor. O da bunun sefasını sürüyor.

Öğlen,  bir Kazak çadırına gidiyoruz,  hafiften cafe gibi bir yer. Sütlü çay,  çiğ börek.. saz çalıp söyleyenler.. neşeli ortam, çok iyi geldi..

Sonraki gösteri eşli,  kadınların erkekleri kovalaması gibi bir şey. Sonunda bir sürü geleneksel kıyafetli kadın erkek ellerinde kartalları ile ortada müzik eşliğinde dans edip gösteri yaptılar. Çok güzel görsellik oldu.

Hava daha da soğumaya başladı, kuru ayaz başladı, arada bir kar atıyor. Jüri, bir kamyon kasasının üzerinde hafif korunaklı gibi bir yerde, gittim yanlarına oturdum, önce görevli gibi zannettiler biraz hık mık, sonra idare ettiler. Yani, kısa süre de olsa jüri de yerimizi aldık.

Festivalin eğlenceli bölümü, yerdeki postu alıp, iki kişinin çekiştirmesi. Bırakmamak için yere düşenler, uzun süre çekişip yerde sürükleneler.. eğlenceli gibi ama çok soğuk, lahana gibi giyinmemize rağmen üşüyoruz. Ödül törenini beklemeden dönüyoruz. Akşam yemeği sonrası geceleme buz gibi çadırda gene. Neyse, şartların zor olduğu çadır da son gecemiz.

Burada birden fazla Türk okulları var, buralarda Türkçe de öğretiyorlar. Bu okullardan birinde okumuş,  güzel Kazak kızı Asel, festival süresince bize rehber oldu.

**

Sabah ayrılıyoruz, buranın zorlu şartlarını yaşadık. Yöre insanı, hep burada yaşıyor. Ne kadar “alışmışlardır” desek de, gerçekten zor bir coğrafya.

Yola çıkarken büyük sürpriz, kartal avcılarından biri ile köyüne gidiyoruz. Yolda kartal ile beraber aynı arabadayız. Çok merak ediyordum, koca kartal ile aynı arabada nasıl olacak diye. Aynı küçük çocuk gibi kundaklamış, ürkmesin diye de gözlerini bağlamış kucağında oturur vaziyette duruyor. Adı ‘Akbalak’, iki yaşında. Garibim, gözleri bağlı olduğu için hiç bir şeyin farkında değil, sadece kafasını sesin geldiği yöne çevirip olup biteni anlamaya çalışıyor.  Allahtan yolda arabanın lastiği patladı da açık havada kanatları  serbest vaziyette bol bol fotoğraf çektik. Oyun gibi, bir kartal ile bu kadar yakın olabileceğim aklıma gelmezdi. Aslında yırtıcı hayvan, gözleri açık olsa, aniden  dalıp etinizden bir parça koparabilir. Yolumuzdan bir saatlik sapma ile açık arazide gittikten sonra kartal avcısı abinin,  dere kenarında üç çadırlık yaşadığı yerine geldik. Önce köy gibi anlaşıldı  ama buralarda her ailenin yaşadığı yer bir köy gibi kabul ediliyor. Allah için kartal avcısı o şartlarda bizi çok güzel ağırladı,  keyifli bir yemek yedik, saz çaldı şarkı söyledi, o anlattı biz dinledik.  Aslında kartal yakalamak yetiştirmek bir iş. Bu hayvanlar ile tilki, tavsan avlayıp satıyorlar. Bu abi bu sene kartalı ile yirmi tilki yakalayıp satmış. Allah bereket versin bu sene tamamdır. Bütün aile ile vedalaşıyoruz, Aslında epey geciktik yaklaşık altı saat yolumuz var ama değdi,  çok güzeldi…

Her şey güzel gidiyordu, neredeyse yolu yarılamıştık, Altay Dağlarının zirvelerinden birinde beklenmedik bir şekilde kar bastırdı ve kara saplandık kaldık. Tipi ayaz, üstümüz başımız zemheri zürafası gibiyiz… Bir süre sonra iki araba daha geldi, fark ettik ki önümüzde de epey arabalar kalmış ..Doğrusu bu hiç hesapta yoktu. Neyse kurtulduk, sonra birkaç defa daha battık, çıktık..yol neresi , istikamet neresi belli değil her taraf bembeyaz.. Allahtan şoför canavar, anlaşılan buraları iyi biliyor. Uzun bir süre bu şekilde gittik sonunda kardan kurtulduk, karanlık ta bastırdı, yol da uzadıkça uzadı.  Gidiyoruz yolu izi olmayan Moğolistan bozkırında. Artık hafiften sıkılmaya başladık. Sonunda Ulan Gom şehrinde de otele varabildik. Üç günlük sıcak su hasretinden sonra cup yatak..

**

Sürprizler devam ediyor, sabah her taraf bir karış kar, çok tedarikli değiliz.  Hiç bir hava raporunda kar falan gözükmüyordu..

Sabah önce Unesco’nun, içinde yaşam ve diğer bazı değerleri olan  alanları koruma programı  ‘Man and Biosphere’ kategorisinde olan Uvs Noor Basin’e gidiyoruz. Buranın özelliği, tektonik hareketler dönemlerinde, okyanus olan bu bölge, dünya kabuğundaki büyük hareketler sonucu yükselerek karaya dönüşmüş sadece çukur olan bir bölge deniz suyu dolu olarak kalmış. Bu gün 23.000 km² lik göl olan buradaki su halen tuzlu deniz suyu özelliğini taşıyor. Toplam 520.000 km² olan bu alanda, çöl,  orman, göl, tundra gibi farklı karakterdeki doğal yaşamın bir arada olmasının yanı sıra, nesli tükenmekte olan kar leoparı, buraya özgü dağ keçisi ve endemik bitkiler bulunmakta. Ayrıca bu bölgede yaşayan yerli halk da yaşam şekilleri ve adetleri ile birlikte koruma altında. İşte bütün bunlardan ötürü burası dünya Mirası ilan edilmiş,  bizde üşenmedik kalktık görmeye geldik. Öğlen uçağı ile Ulan Bator, oradan da iki saatlik mesafede Hustal National Park’a  gece vakti anca varabildik. Toplam 100 km ancak toprak yol olduğundan iki saatten fazla sürüyor. Bu gece de çadır hayatına devam. Yani banyo yok, tuvalet dışarıda!. Yani, gecenin bi yarısında tuvalet ihtiyacın zorladı mı yandın! Kalk  üstüne bir şeyler giy, eksi bilmem kaç derece soğuk ta tuvaletin yolunu bul, işini hallet sonra o kadar çadır arasında benimki hangisiydi ara dur, kapıda numara falan yok, hepsi aynı …ikinci turda bulursan şanslısın….

**.

Hustal National Park, burası da Unesco’nun koruma altındaki ‘Man and Biosphere’ listesindeki bölgelerden biri. Burada çok özel hayvanlar var ancak en önemlisi, yaban Moğol atları. Yanlış avlanma sonucu bu hayvanların nesli tükenmiş yok olmuş, 1965 yılında bir girişimcinin yardımı ile Hollanda hayvanat Bahçesinden getirilin safkan Moğol atları tekrar üretilmeye başlamış ve o günden bu yana sayıları üç yüz kadar olmuş. Doğada vahşi olarak yaşayan bu hayvanlar koruma altında. Dolaşıyoruz dağ tepe bayır,  sonunda gördük  yaban Moğol  atlarını, eşek gibi de katıra da benziyor ama at…. Alan çok büyük, bir saat mesafede, 6. cı yüzyıllar da  burada yaşayan Türklerin yüzlerce mezar taşları Balbal’lar. Ziyaret ettik ruhlarına Fatiha okuduk, Allah kabul etsin. Hava giderek soğuyor mu, biz mi soğuğu daha fazla hissediyoruz bilmiyorum ama valizde ne varsa kat kat lahana gibi giyiniyoruz Gece vakti Harhorin’e veriyoruz

**

Birçok belge ve kitapta burası için iki farklı isim kullanılıyor, Harhorin veya Kharkhorum. Her ikisi de aynı yer, birincisi Moğolca, ikincisi batı literatüründe geçen isim. Burası önemli tarihi bir kent. 1200 lu yılların başında Moğolistan İmparatorluğunun başkenti. Moğolistan yüzyılın sonların da doğuya genişleyerek Çin’i  işgal edince başkenti Pekine taşımışlar, sonraları da Çin,  Moğolları yaklaşık yüz yıl sonra yenerek kaybettiği toprakları geri almış ve  Haorhorin çok uzun yıllar sonra tekrar Moğol imparatorluğunun başkenti olmuş. Böyle git gelmelerin sonucu çok tarihi hikayeler oluşmuş. Burası Türkler içinde önemli, hangi taşı kaldırsan ucu bir yerden o dönemin Türk imparatorluğuna, Türk boylarına geliyor. Yani burası bölge tarihi açısından önemli bir yer. Erdenezuu Manastırı, Moğolistan’daki ilk ve en büyük manastır. Rusya 1930 arda bölge üzerinde komünist baskıyı arttırmak için buraları yakıp yıkmış,  yıllar sonra tekrar Moğollar tarafından inşa edilmiş ve bu gün Budizm merkezi olarak çalışıyor. Geçmişte 2000 rahip varmış bu manastırda, yaklaşık 15-20.000 nüfuslu şehirde. Yani her sekiz on kişi bir rahibi besliyormuş. Ne güzel değil mi!!. Bu gün Türkiye Diyanet İşlerinin 2016 bütçesi 6,5 milyar Lira ama yetmiyor, böl ülke nüfusu 75 milyona, eşittir, seksen altı TL. Yani bütçede bir ilave olmaz ise (her yıl ilave oluyor) her bir kişi devletin din işlerine seksen altı Lira katkıda bulunuyor. Neden veriliyor böyle paralar, memleketi din baskısı altında tutmak için yani işin bokunu çıkarmak için. Ne yaparlar bu parayla, Yağma Hasa’nın böreği..  Din başlığı altında organize işler çevirmek için. Neyse kapatalım konuyu, iş başka yerlere gidecek…

Programdaki en önemli yerlerden biride, Unesco Dünya Mirası listesinde olan ve lise yıllarında okurken anlamadığım konulardan biri Orhun Anıtları. Cengiz Han’dan önce, 7. ve 8 inci yüzyıllarda Göktürk İmparatorluğu zamanında Türklerin bilinen ilk alfabesi ile yazılmış yazıtlar. Bu taşlar Orhun nehir yatağında bulunduğu için Orhun Kitabesi veya Anıtları denmiş, Göktürk İmparatorluğu ile alakalı olduğu içinde Göktürk Kitabeleri de denilmiş. Yani ikisi de aynı, hangisi hoşuna gidiyorsa onu kullan. Peki, Kim yazmış bunları, Bilge Kaan’ın yeğeni Yollig Tigin yazmış. Kimin adına yazmış; dönemin imparatoru Bilge Kaan adına. Ne yazmış; Doğu Göktürklerin tarihinden, komşularıyla olan ilişkilerinden, savaşlarından ve yönetiminden, kim kimin anası, babası gibi şeyler. Çok merak ediyordum iyi oldu!. Yazıtlarda bu abidelerin sonsuzluğa kadar kalması temennisi için de “Bengü Taşlar”  adını vermişler.

Orhun vadisindeki kazıları, müzeyi, burada çevre yolları,  2000-2003 arasında Türkiye tarafından yapılmış bu nedenle de buradaki ana yola da ‘Bilge Kaan’ Caddesi adı verilmiş.

Kaharkhorum şehir müzesi,  büyük bir yer değil ama güzel ve anlamlı.  Hun imparatorluğu,  Cengiz Han ve o dönem yaşayan Türkler ile ilgili çok bilgiler var.

**

Sabah erken yollardayız gene, Ulan Bator’a gidiyoruz, dönüş başladı, yollar nispeten daha iyi,. 380 km yolu  altı saatte almayı hedefliyoruz,  planlandığını gibi çok geç olmayan bir saate varıyoruz başkente. Bu gün biraz serbest gün gibi.. Yolumuzun üzerinde  Budist mabedini ziyaret ediyoruz, biraz tempolu ve bol dualı bir çalışma var. Biraz izledikten sonra duaları kabul olsun deyip, şehrin en yüksek tepesine çıkıp Ulan Bator’u seyrediyoruz, panoramik görüntüsü harika.. Japon işgali sırasında ölen Rus askerlerin anısına yapılmış anıt heykel de burada. Aşağıya iniş çıkıştan kolay, rahat indik!. Çıktık yola, ne güzel asfalt yoldan giderken daldık gene sonsuz bozkırların içine, uzakta bir şeyler görünmeye başladı. Koskoca bozkırın ortasında, etrafı parmaklıklarla çevrili Bilge Tonyukuk’un, dört yönlü iki taş üzerine kendi yazdığı yazıtları. Türk tarihinin en eski yazılı belgelerinden olan Tonyukuk yazıtlarında Türklerin savaş stratejileri, bağımsızlık mücadelesi için verilen savaşları anlatıyor. Açıklama tabelasında Türkçe dahil bir kaç lisanda bilgiler var, buraya gelen ana caddeye de Bilge Tonyukuk Caddesi adı verilmiş, Hem Türkçe hem Moğolca yazmışlar koca tabelaya. Hoşuna gidiyor insanın buralarda Türkçe yazılar olması..

Devam ediyoruz yola, uzaktan görünmeye başladı, dünyanın en büyük heykellerinden, biri olan 40 metre yükseklikte, elinde kamçı, at üzerinde Cengiz Han heykeli. Paslanmaz çelikten yapılmış, güneşte vurunca pırıl pırıl parlıyor. Gerçekten muhteşem, güzel işlenmiş. .etkileyici. Heykelin içinden asansör ile Cengiz Han’ın atının kafasına çıkabiliyorsunuz.. Küçük plato gibi bir yer var, bu yükseklikten etrafı seyretmek keyifli. Açık alandayız, Ekim ayında buralarda, rüzgar kuvvetli hava da soğuk, ayaz var, burası tamamdır,  işi tadında bırakalım.

Çevreyi dolaşarak, fotoğraf çekerek dönüyoruz artık, otelimize..  Sabah erken eve yolculuk…

Her şeyi ile güzel dolu dolu bir gezi. Dünyanın bu tarafında, bu coğrafya da, sert acımasız doğaya, bu şartlara uyum sağlayarak yaşayan insanlar. Burada Cengiz Han, ulu önder. Yollara, mağazalara, içkilere, eşyalara birçok şeye O’nun adı verilmiş, bir çok yerde resmi veya heykeli var..

Moğolistan Çin ile Rusya arasında sıkışıp kalmış denize bağlantısı olmayan nüfusu az yüzölçümü büyük bir ülke.  Ekonomik faaliyeti genelde hayvancılık, tarım ve zengin maden yataklarına dayalı. Yukarıdan aşağıya doğru yazılan kendi karakteristik alfabelerini 1920  lerde bırakıp, Rusların etkisi ile Rus alfabesi olan Kiril alfabesine geçmiş. Yılda ancak 200.000 turistin geldiği, dağınık yerleşim merkezleri, zor ulaşım koşulları, bize benzer tarafları olan ülke.

Bozkırlarda uzun yollar yaptık çöllerden geçtik,  üşüdük, Altay dağlarında kartal avcıları ile birlikte olduk,  kar da yollarda kaldık,  kuvvetli ayazı, rüzgarı hissettik, çadırlar da kaldık, yüzyıllar öncesi Türklerin bıraktığı derin izlerin kültürlerini gördük. Her şeyi ile sıcak, misafirperver, güzel insanlar Moğolların ülkesi.

 

Sevgilerimle

Hayrettin Kağnıcı

Ekim 2016

www.hayrettinkagnici.com

error: iletişim : hayrettin@ozka.com